Taner Ay’dan ahşap İstanbul’un efsunkâr hikâyesi

Taner Ay’dan ahşap İstanbul’un efsunkâr hikâyesi

1902 ile 1916 arasındaki İstanbul’u Türk musikisinin duayeni Tanbûrî Cemil Bey üzerinden anlattığı ‘Vaktinden Evvel Bir Zemherir’ kitabı okurla buluşan Taner Ay:Bana göre asıl İstanbul, ahşap İstanbuldu. Ahşap mimari, Osmanlı’nın İstanbul'unu Bizans'ınkinden farklılaştırmış, şehre Müslümanlığa da temas eden manevi bir karakter kazandırmıştı. Demokrat Parti döneminde şehrin Müslüman ve Türk kimliği sokaklardan ve mahallelerden silindi, bizlerse onlardan kurtulan tek tük ahşaba yetişen son kuşağız

SALİHA SULTAN

Son birkaç yılda iki ciltlik ‘Edebiyatımızda Unutulanlar ve Kaybedenler’, ‘İsmail Saib Sencer’, ‘Yaralı Gönül’, ‘Edebiyatın Kadıköyü’ kitaplarını okurla buluşturan Taner Ay, şimdi de ‘Vaktinden Evvel Bir Zemherir’ uzun hikâyesiyle okurlarının karşısında. Ay, bu kitabında 1902 ile 1916 arasındaki İstanbul’u Türk musikisinin duayeni Tanbûrî Cemil Bey üzerinden anlatıyor. Özetle ‘metrûk bir zamanda kaybolan İstanbul’un efsunkâr hikâyesi’ne imza atıyor. Kısa zamana bunca çalışmayı sığdıran, KARAR okurlarının da kitap ve görüşler sayfalarımızda her hafta yayımlanan yazılarıyla tanıdığı usta yazar Ay ile geçen hafta raflarda yerini alan yeni kitabını konuştuk.

Taner Ağabey, ‘Vaktinden Evvel Bir Zemherir’ isimli kitabınız Ötüken Neşriyat’tan çıktı. Türüne ‘kısa roman’ mı yoksa ‘uzun hikâye’ mi desem bilemiyorum aslında... Bu yüz dört sayfalık kitabın hikâyesi nedir?

İster ‘uzun hikâye’, isterseniz ‘kısa roman’ deyin, ‘Vaktinden Evvel Bir Zemherir’ farklı bir edebî metin. Kitabı şöyle bir karıştırana, ilk başta Tanbûrî Cemil Bey’in hikâyesiymiş gibi gelebilir, ama tam öyle değil, çünkü ‘Vaktinden Evvel Bir Zemherir’in asıl kahramanı 1902 ile 1916 arasındaki İstanbul’dur. Bu metinde, mahalleleriyle, sokaklarıyla, ahşaplarıyla, meyhâneleriyle ve a’aneleriyle kaybettiğimiz İstanbul’u Tanbûrî Cemil Bey üzerinden anlatmaya çalıştım.

Peki, niçin 1902 ile 1916 yılları arasını tercih ettiniz?

Çünkü bana göre asıl İstanbul, ahşap İstanbul’du. Ahşap mimari, Osmanlının İstanbul’unu Bizans’ın İstanbul’undan farklılaştırmış, şehre Müslümanlığa da temas eden manevi bir karakter kazandırmıştı.

Binâların ahşap esâs alınarak inşâ edilmesiniyse, sadece şehri baştan sona yerle yeksân eden 1509 depremine bağlamak hatalıdır. Ahşap mimarinin 1509 yılından sonra rağbet görmesinin depremden başka nedenleri de vardı. İşte bu yüzden ahşap İstanbul 20’nci yüzyıl başlarına kadar defalarca yanıp kül olmasına karşın, İstanbul halkı asırlar boyunca kâgire dönmemiştir. Tabii ki ahşabı câzip kılan nedenleri sorabilirsiniz. Onların en başına, ahşabın, sadece İstanbul’a mahsus yeni bir mimari üslûp geliştirmesini, Müslümanlığı şehirlileştirmesini ve İslâm estetiğine yeni bir veçhe kazandırmasını yazarım. O İstanbul 1838 yılından sonra yavaş yavaş tarihten silinmeye başladı, son ahşap İstanbul’u da 1902 ile 1916 arasına yazabilirsiniz. 1902 yılında Tanbûrî Cemil Bey’in oğlu Mes’ûd doğdu, 1916 yılındaysa Tanbûrî Cemil Bey son nefesini verdi. Yani, son ahşap İstanbul Mes’ûd’un doğumu ile Tanbûrî Cemil’in vefâtı arasındadır. Bu yüzden son İstanbul’u, ahşap İstanbul’un son tanığı Tanbûrî Cemil üzerinden anlatmayı denedim.

Anladığım kadarıyla siz ahşap İstanbul’un kayboluşunu yangınlardan başka bir nedene bağlıyorsunuz? Nedir?

Doğrudur, asıl neden toprağın mülkiyetinin ve imarın değişmesidir. 1838 yılındaki ‘Osmanlı-İngiliz Ticaret Anlaşması’nın ardından, koskoca İmparatorluk hızla Batı’ya bağımlı hâle geldi. Bu da toprağın kullanımını, toprağın mülkiyetini ve imarı değiştirdi. 1838 yılındaki mezkûr anlaşmadan sonraki otuz yıl içerisindeki beş hukukî düzenlemeye bilhassa dikkatinizi çekerim. Bunlar, 1839 tarihli ‘İlmühaber’, 1849 tarihli ‘Ebniye Nizamnâmesi’, 1859 tarihli ‘Sokaklara Dair Nizamnâme’, 1862 tarihli ‘Ebniye Kanunu’ ve 1869 tarihli ‘Sokaklara ve Ebniyeye Dair Nizamnâme’dir. Asıl önemlisi 1839 tarihli ‘İlmühaber’dir, diğerleri ona ufak tefek bazı değişiklikler eklemiştir. ‘İlmühaber’, en başta, şehirde ahşap binâ yasağını ve kâgir binâ mecburiyetini getiriyordu. Maddi durumu kâgir inşâ etmeye yetmeyenlerle ahşapta ısrar edenleriyse şehir dışına çıkarıyordu. Bu düzenlemelerden geriye kalan İstanbul’un bir kısmını ‘20’li yıllara kadar büyük semt yangınları, bir kısmınıysa ‘60’ların başına kadar Demokrat Parti’nin akıl dışı imar faaliyetleri yok etti. Demokrat Parti döneminde şehrin Müslüman ve Türk kimliği sokaklardan ve mahallelerden silindi, bizlerse onlardan kurtulan tek tük ahşaba yetişen son kuşağız, maalesef artık onlar da yok.

‘Vaktinden Evvel Bir Zemherir’de Tanbûrî Cemil Bey kadar güçlü bir karakter Reftarî Hamide Hanım dikkat çekiyor. Biz Mes’ûd Cemil’in kitabında bu isme hiç rastlamadık, kimdir bu hanım?

‘Vaktinden Evvel Bir Zemherir’in asıl kahramının ahşap İstanbul olduğunu söyledim, ahşap İstanbul’u öne çıkarmak için de bazı kurgu kahramanlar yarattım. Reftarî Hamide Hanım onlardan biri, ismini sanırım Merkez Efendi’deki bir mezar taşından okuyup bulmuştum. Ara sıra Merkez Efendi’ye İsmail Sâib Efendi’nin ve Nuri Arlasez’in mezarlarına bir dua okumaya giderim, nasıl olduysa Reftarî Hamide Hanım’ın mezar taşı da o gidişlerimlerinden birinde dikkatimi çekmişti. Romandaki kurgusal Reftarî Hanım, hem Tanbûrî Cemil Bey’i hem de ahşap İstanbul’u daha güzelleştiriyor, romanın en sevdiğim kahramanı odur.

Peki neden Tanbûrî Cemil?

Asıl tarihî nedenini az önce söyledim, ancak bir de Tanbûrî Cemil Bey’in kediciliği var. Malum, ben de kediciyim...

Sayfa editörünüz olarak şu soruyu sormadan edemeyeceğim. Haftanın en az iki günü KARAR’da yazılarınızı yayımlıyoruz. Her hafta Ötüken Neşriyat’ta dostlarla buluşmanız var, ayrıca katıldığınız söyleşiler. Bir yandan sürekli okuyorsunuz. Bir taraftan günlük hayatın akışı, zarafet abidesi Bahar yengemiz ve bir de kediniz var. Bunca kitabı yazmaya nasıl vakit buluyorsunuz Allah aşkına? Sırrınız nedir?

Çocukluğumdan beri bir güne çok şey sığdırmayı bildim. Birkaç kitabı birarada okurum, yorulunca bir de film seyrederim, sonra tekrar okumaya başlarım. Eskiden daha fazla film seyrediyorum, şimdi ne eski sinemalar kaldı, ne de güzel filmler. Okumalarımdan artırdığım vakitlerde yazıyorum, haftada bir iki gün de arkadaşlarla buluşup geçmiş günlerden, edebiyattan ve sanattan konuşuyoruz. Örneğin, Çarşamba günleri Ötüken’de çay simit geleneğimiz var, aynı günün sabahındaysa Bayezid Kütüphanesi’ne uğruyorum. Senail Özkan, Ramazan Minder, Murat Kaymaz, Erdem Beliğ Zaman, Göktürk Ömer Çakır, Oğuzhan Murat Öztürk, Orçun Üçer, Ahmet Zeki Pamuk, Besim Dalgıç, Adnan Özer ve Ali Aktan gibi dostlarımla her hafta görüşüyorum. Evde iki kedim var, bahçede çok daha fazla, bir de sabahları erkenden kalkıp mahallenin bütün kedilerini doyuruyorum. Eskiden sokak köpeklerimiz de vardı, maalesef nedense salgın ile birlikte yok oldular. Eskiler, “Günü yaşa!” demiş ya, gün bana çoğu defa yetmiyor, fakat kendi disiplinimle mümkün olduğunca uzatmaya çalışıyorum.

‘KEMAL TAHİR VE ATTİLÂ İLHAN GELENEĞİNDEN YÜRÜYORUM’

Romanlarınızda ve denemelerinizde tarihi ne şekilde hissettiğiniz ağır basıyor. Örneğin, bir önceki romanınız olan ‘Yaralı Gönül’de, tehcir ve benzeri tabulara dokunmanıza karşın, -hatta dostlar arasındaki konuşmalarda size bir haksızlık yapılabileceği endişelerimizi dile getirdiğimiz halde- hiç kimse sizi bir nedenle itham edemedi...

Ben roman tekniği açısından Kemal Tahir ve Attilâ İlhan geleneğinden yürüyorum. Edebiyatımızda tehcire nedense pek dokunulmak istenmedi, bense sadece şark vilâyetlerimiz açısından geçici süreli tehcirin doğru olabileceğini, ama bunun garp vilâyetlerini kapsamasıyla uygulamasının hatalı olduğunu düşünenlerdenim. Bu hatalarla kolayca yüzleşebilirdik, ama tabuya dönüştürürsen olmuyor. İttihatçıların akıl dışı uygulamaları yüzünden biz Türklerin bir asırdır boynuna yağlı ilmek geçirildi. Ama, tehciri boşverin, ‘Yaralı Gönül’de tehcir tarihsel bir dip malzemesidir, romanda aslolan aşktır, çünkü ‘Yaralı Gönül’ bir aşk hikâyesidir, bir tragedyadır. Bu romana çok yazık oldu, yayıncı dağıtmadı, kimse kitabı raflarda görmedi. Ben yirmi otuz kadar dostuma verdim, bir o kadar da internette tesadüfen satılmış.

10kr02-man1.jpg

‘NE SOLCU, NE SAĞCI, MAZLUMLARIN SAFINDAYIM’

Taner Ağabey, çalışmalarınızda kapitalist edebiyat pazarının dışında isimleri önceliyor, yazdığınız konularda, seçtiğiniz şahsiyetlerde sağdanmış soldanmış bakmıyorsunuz. Bu nedenle de sizin ‘solcu’ mu yoksa ‘sağcı’ mı olduğunuz herkesin merâkında. Necisin sahi?

Bolşeviklerin zulmü karşısında Mahno’nun, İspanya İç Savaşı’nda ise faşistlere karşı anarşistlerin safında dövüşürdüm. ‘70’lerde Corc Habaş’ın, bugünse Harakat al- Mukawama al- İslâmiya safında görülebilirdim. Ben ruhen anarşistim, fikren hiçbir zaman Bolşevik, hiçbir zaman da sağcı olmadım. İster solcu isterse de sağcı olsunlar, hep mazlumların safındayım. Bolşevikliğin bir ‘polis rejimi’ olduğunu ‘75 yılından beri söylüyorum, daha ne dememi istiyorsunuz.

Öne Çıkanlar
YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Diğer Haberler
Son Dakika Haberleri
KARAR.COM’DAN