Bugün konuşulan Türkçe ne vakit yorsa beni, ne vakit “yahu tertemiz bir dilimiz vardı...” diye hayıflansam, derhal “bizim klasiklerimize” dönerim yüzümü: Halide Edip’e, Refik Halid’e, Yakup Kadri’ye, Reşat Nuri’ye ve illâ ki Peyami Safa’ya... Birkaç sayfa okumak onlardan, bir kitabı bitirmek tekrar, ilk kez okuyormuş gibi, kaybettiğimiz o temiz ve berrak Türkçenin tadını yeniden hatırlatır bana.
ÖMER FARUK
Çoğumuz bu yazarları lise yıllarımızda, müfredatın ‘tavsiyesi’ ile enikonu okuyup geçiyor, ‘ödevini’ yerine getirmiş bir öğrencinin gönül rahatlığıyla bir daha dönüp bakmıyoruz bile. Unutuyoruz. Türk romanının ‘kurucu babalarının’ (Halid Ziya’nın, Mehmet Rauf’un) dili bugünkü kuşaklar için ‘ağır’ geliyorsa da Cumhuriyet devrinin ilk romancıları için böyle bir mazeret ileri sürmeye hakkımız yok sanıyorum. Çok şükür “Yakup Kadri’yi ‘de’ anlamayacak” kadar Batılılaşmadık henüz!
Kitaplığımda sonbahar temizliği yaparken elime geçen bir Reşat Nuri fazlasıyla meşgul edince beni, peş peşe sigara yakan tiryakiler gibi, birini bitirip ötekine başladım ve bütün bir haftayı onunla birlikte geçirdim. Reşat Nuri, Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre “Türkçenin ortasında geniş bir sevgi ve şefkat ürpermesi...” Fethi Naci de Reşat Nuri’nin romancılığını incelediği çalışmasında, ‘köşe dönme’ kültürü ve modernleşmeyle birlikte yitirdiğimiz sevgiye, şefkate, yardımlaşmaya dayanan ‘eski mahalle ahlakının’ onun kitaplarında yeniden karşımıza çıktığını belirtir: “Reşat Nuri romanlarının temel özelliği olan sevgi, şefkat, acıma, dayanışma iyilik etme gibi duygular, tutumlar bugün de [1995, Ömer Faruk] Türk okurlarının belirli kesimlerinde özlenen değerler durumundadır (...) Reşat Nuri’yi okumak, yalnızca bir geçmiş özlemi olarak kalmayabilir; geleceğin kuruluşunda bir dayanak noktası da olabilir.”
Sahiden de melodrama düşmeden, cıvıklığa bulaşmadan, insanın kalbinde insana karşı ‘sevgi ve şefkat ürpertisi’ dalgalandırabilen kaç yazarımız var? Üstelik bugün... Kötülüğün bu denli sıradanlaştığı bir dünyada...
(Reşat Nuri’yi okurken kapıldığı iyilik yapma isteğine, “...bir insanı sevmekle başlayacak her şey” diyen Sait Faik’in hikâyelerini okurken de kapılıyor insan.)
İtalo Calvino kitaba da adını veren, ‘Klasikleri Niçin Okumalı’ başlıklı o ünlü denemesinde “bir klasik, söyleyecekleri asla tükenmeyen bir kitaptır” diyor: “...Turgenyev’in Babalar ve Oğullar’ını ya da Dostoyevski’nin Cinler’ini okuduğumda, bu kişilerin nasıl yeni kılıklara bürünerek bugün de karşımıza çıktığını düşünmekten kendimi alamam.”
Reşat Nuri genellikle ‘Çalıkuşu’, ‘Akşam Güneşi’, ‘Yaprak Dökümü’ gibi romanlarıyla tanınsa da biraz haksızlık ettiğimiz duygusuna kapıldım, bir okur olarak, onu ‘tekrar’ okuyunca... Bütün romanları aynı ilgiyi hak ediyor oysa. İnsan onun romanlarını okuduğunda, yalnız çıkarlarından başka bir şey düşünmeyen işgüzar memurların, entrikacı politikacıların, çıkarcı memurların, basınıyla, sarayıyla, kurumlarıyla bütün bir Osmanlı ülkesinin/Erken Cumhuriyet bürokrasisinin ‘yeni bir kılıkla’ karşımıza dikilip durduğunu, tıpkı Calvino gibi, düşünmekten kendini alamıyor. Keşke siyasi ve sosyal manzara biraz olsun değişmiş olsaydı da ‘bizim klasiklerimizi’ yalnızca insana dair söyledikleri derin kavrayışlar için, dil zevki için okuyabilseydik. Bilmem, Fransız okuru bugün Hugo’yu, Balzac’ı, Zola’yı okurken, onda yalnızca Fransızcanın güzelliğini ve saf insanın düşüşlerini, yücelişlerini mi görüyor? Artık kendisine ‘tarih öncesi bir devir’ gibi gözükmesi gereken, siyasi-sosyal çalkantılarla kaynayan sefalet içindeki on dokuzuncu yüzyıl Fransa’sı ne kadar ilgilendiriyor onu?
Özetle, hem Türkiye’nin bir yüzyılda ne kadar değiştiğini(!) gözlemlemek hem de gelecek namuslu günlerin kuruluşunda bir dayanak noktası olması için ‘tekrar tekrar’ okumalı Reşat Nuri Güntekin’i. ‘Yeşil Gece’yi, ‘Miskinler Tekkesi’ni, ‘Damga’yı, ‘Değirmen’i... Kitaplar iyileştirir insanı, kitaplar insanı insana açar.
...küçük bir not: Reşat Nuri’nin Büyükada Maden Mahallesi’nde yaşadığı evin kapısında bulunan ve yazarı tanıtan tabela ‘ziyaretçiler evin fotoğrafını çekiyor, bahçeye girmek istiyor’ gerekçesiyle kaldırılmış. Yazık! Kitaba değer verilen ülkelerde, yazarların yaşadıkları evler müzeye dönüştürülür, sık uğradıkları kafelerdeki masalara birer küçük levha çakılarak, kıvançla, bir süre orada yazdığı belirtilir. Bu tabelanın yerine geri asılması temennisiyle...