Selamlıyorum seni yaşlı okyanus

Fransız Edebiyat’ının en mühim edebi dehalarından birisidir Isidore Ducasse. Modern Fransız şiirine, özellikle Rimbaud’a ilgi duyduğum zamanlarda türdeşi olarak okumak istediğim eserlere göz kestirdiğimde kitabı tesadüfen elime geçmişti. Kendisiyle tanışmam bu şekilde oldu. Okudukça içinde kaybolduğun, kayboldukça daha da kaybolduğun bir kitap olarak senelerce ve tekrarlarca okunan gizli saklı bir hazine oldu Maldoror’un şarkıları.

Daha çok le Comte de Lautreámont olarak bilinen Isidore Ducasse gerisinde bir tutam saç kadar zayıf bir edebi külliyat bıraktı. Uruguay- Montevideo’da doğan Ducasse, 1867 senesinde Paris’e taşındı ve üç yıl sonra, henüz 24 yaşındayken öldü. Prusya güçleri III. Napolyon’un yakalanmasının ardından şehri kuşatırken, kaldığı otelin görevlisi Montmartre’deki odasında kendisinin cansız bedenini buldu.

Isidore Ducasse arkasında sadece tek bir tamamlanmış eser bıraktı. Vefatının ardından iki sene sonra Maldoror mahlasıyla yayımlanan “Les Chants de Maldoror” (Maldoror’un Şarkıları) tamamladığı tek kitabıydı. Sadece geceleri, piyanonun başına oturarak, kitapların aralarına müsveddeler halinde karaladığı, o tuhaf ruh haliyle yazdığı notlarıydı…

“Tıpkı Baudelaire ve diğerlerinin yaptığı gibi kötülük hakkında yazdım, fakat ben daha güçlü yazdım.”

Kitabın Türkiye’deki ilk baskısı Özdemir İnce çevirisiyle Gece yayınlarından çıkmıştı ki zaten İnce, Fransız edebiyatının bu türlerini çevirmede en mahir isim oldu her zaman. Kitap baskısının tükenmesiyle birlikte uzun bir süre ortalarda gözükmedi. Ta ki Gendaş yayınları yeniden basana kadar. Ve edebi alemde yeniden yerini aldı ancak şöhreti çok da hak etmeyen bir kitap olarak hep özel ilgi duyanlarının rafında kaldı.

“Maldoror’un Şarkıları” insanın yalnızca bir kez, iki kez ya da binlerce defa okuyabileceği bir kitaptır. Montevideo’da doğan tuhaf öğrencinin, nefret ve ezilmişlik duygularıyla yazdığı, aynı zamanda edebi ve bilimsel detaylarla da dolu, çok uzun bir düzyazı şiiri olan kitap, altı uzun bölümden oluşur.

Yetişkin olamadan sebepsiz bir ölümle öteye giden Maldoror’un, aşkın eziyetlerini, toplumların adaletsizliğini, geleceğin boşluğunu, varoluşun acısını anlattığı, mutlak arayışını bulamayıp sadece arayışta olduğunu keşfetmesi kitabın heyulasını anlatan tanımlar ve tamlamalar olabilir.

Üslubu ve kapsamı açısından oldukça modern bir İlyada Destanı gibi epik olarak tanımlayabileceğimiz hikâyeler, elbette okuyucusunu yüklü bir provokasyona, edebi güce, lirizme, paradoksal gerçekçiliğe ve coşkuya maruz bırakır. Yalvar yakar bastırdığı kitabının bu kadar uzun sürecek bir etki yaratabileceği kimsenin zihninde canlandırabileceği bir durum değildi. En azından 1800 sonlarının Fransız edebiyatı ikliminde…

Şarkılar ne anlatıyordu; Yaşamın kabuklarından sıyrılmış olan her şeyi ve hiçbir şeyi. Maldoror kitabın sahibi olarak da gizemli bir karakterdir ve kesinlikle insan düşmanıdır… Kitabını bastırmak için yayınevine yazdığı mektupta kendi yazma amacını şöyle özetlemiştir;

“Tabii ki okuyucuyu bunaltmak, her kendi gerçekliğiyle hem de gerçeklerle yüzleştirmek, son çare olarak iyiliği arzulatmak için yazıyorum. Umutsuzluğun şarkısını söyleyen bu yüce edebiyatı anlatabilmek, yazılmayanları yazmak için, yeni bir şey yapabilmek için vaziyeti biraz abarttım evet. Fakat içtenlikle söylenen şey her zaman iyi olandır. Victor Hugo ve diğerlerinin hayatta kalan tek temsilcileri olduğu eski ekolden daha felsefi ve daha az naif bir yöntemle yazdım. Bilmenizi isterim.”

Maldoror ya da Lautréamont ya da Ducasse kendisine hangi ismiyle hitap edersek edelim… Bilmeliyiz ki O sayfalar boyunca öfkeli ve şiddet içeren terimlerle insanlara olan nefretini, buna karşın ölüme ve doğaya olan sevgisini anlattı. Hayvanları ve mitolojide bir tek pegasus’un kendisini alt edebildiği, birçok canlıdan müteşekkil olan efsanevi suskun Kimera’yı dile getirdi.

“Jean Racine’den bu yana şiir bir milim bile ilerlemedi.”

Maldoror’un bu cümlesi de Fransız Edebiyatına saplanan büyük bir bıçaktı aslında. Bir şair olarak kimseyi sevmeyen ve edebi anlamda yetkin bulmayan bir şair olarak mantrası Jean Baptiste Racine’di. Racine de tıpkı kendisi gibi kişileri, insana özgü duyuş ve davranışlarıyla, oldukları gibi göstermeyi yeğleyen neoklasik bir trajedi şairiydi. Fakat farklılık şuydu ki trajedi tarihin derinliklerinde yaşanmış veya yaşandığı söylenegelen olayları kendine konu edinirken, Racine belki de ilk kez, sıcaklığını korumakta olan olayları üstünden seneler geçmiş bir mazi gibi değil, henüz üzerinde dumanı tüterken kaleme alan bir şairdi. Tıpkı “Bâyezid” trajedisinde de anlattığı gibi…

“Zaman her şeyi onarır. Yolu budur, isteğin varsa kurtulmaya...” J. Racine- Bayezid

Maldoror’da ne başlangıç ne de son vardır; yalnızca yalnız ve hüsrana uğramış, öfkeli ve romantik bir ruhun acı dolu bilinçdışına dalma vardır. En kötü karanlığın ülkesine bir yolculuk vardır: bizim ruhlarımıza… İnsanın en saklı yerlerine, kendisine dahi itiraf edemediklerine.

“Sonra denizler sularını yükseltir, uçurumlarında tahtaları yutar; kasırgalar, depremler evleri altüst eder, kayıplar, çeşitli hastalıklar, savaşlar aileleri yok eder. Çaresizlerin, onların da bu dünyadaki davranışlarından dolayı utançtan kızardıklarını, solgunlaştıklarını gördüm… Fırtınalar, kasırgaların kardeşleri; güzelliğini kabul etmediğim mavimsi gök kubbe, ikiyüzlü deniz, kalbimin sureti; gizemli koynuyla toprak, tüm evren… Evreni azametle yaratan Allah, sana yalvarıyorum: bana iyi bir insan göster…”

“Bu yüzyılın şiirsel inlemeleri yalnızca safsatadır.” Maldoror

Selamlıyorum seni yaşlı okyanus.

YORUMLAR (4)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
4 Yorum