İran sineması; Rejime, baskıya, Hayata ve ölüme karşı bir direniş…
Bahman Farmanara’nın 2000 yapımı Kâfurun Kokusu, Yaseminin Rayihası (Booye Kafoor, Atre Yas) filmini, İstanbul Film Festivalinde izlemiştim. Geçen gün de Maryam Moghaddam ve Behtash Sanaeeha'nın yönetmeni olduğu My Favourite Cake (benim güzel pastam) filmini izledim. Yazıdaki muradım bu iki film arasında geçen sürede oluşan bir İran sinema panoraması anlatmak…
Benim Güzel Pastam, 70 yaşındaki dul Mahin'in Tahran'da beklenmedik bir romantizm yaşamasını konu alan, oldukça hoş bir filmdi...
“Kafurun Kokusu Yaseminin Rayihası” filminde Farmanara’nın baş karakteri Bahman Farjami, belgesel görünümü altında cenaze törenlerini kaydetmeye çalıştığı anda diğer yanda kendi ölümüne de tanıklık eden bir sanatçıdır… Farjami filmde, uzun yıllar film çekememiş yönetmen olarak kendisinin alegorik bir temsilidir. İran’da, sanatsal ifade özgürlüklerinin sert kısıtlamalarla şekillendiği bir dönemde, Farjami’nin kamerası yalnızca cenazeleri kaydetmez; aynı zamanda özgürlük arayışının da birer sessiz tanığı olur…
Farmanara’nın yaşlılığında çektiği bu film, yalnızca bir sanat eseri olmanın ötesinde, baskının yarattığı çıkış yolu arayışının sinematografik bir manifestosu olarak da okunabilir. Filmde Farmanara, kendisini oynayarak ölüm, kayıp ve yas temalarını kişisel bir bakış açısıyla işleyerek hem İran kültürüne dair otantik bir pencere açar hem de evrensel insani duyguları bu kültürün alt yapısında işler.
Genellikle insan doğası, yaşamın geçiciliği, ölüm ve toplumsal eleştiriler üzerine yoğunlaşan filmleriyle tanınan Farmanara bu vesileyle bir yönetmenin kendi hayatı ve ölümü üzerine düşünüşlerine odaklanırken diğer yandan da İran sinemasının kısıtlamalar altındaki varoluş mücadelesini metaforik bir dille anlatır.
İran’da İslam Devrimi sonrasında sanat ve sinema üzerinde uygulanan katı sansür politikaları nedeniyle pek çok yönetmen gibi Farmanara’nın da eserlerinin birçoğu ya yasaklandı ya da tamamlanamadı. Bu süreçte Kanada’ya taşınarak bağımsız yapımcı ve yönetmen olarak çalışmalarına devam etti.
Seneler sonra izin alarak çektiği bu filmde hem özlerine hem de İran’a geri döndü. Filmin içerisinde hem karakter hem de yönetmen olarak kendi kişisel varoluşsal sorgulama sürecini gerçekleştirirken İran sinemasına ve toplumsal normlara eleştiriler getirdi. Modern dünyada anlam arayışını da yitik bir yönetmen ve sanatçı olarak yapan bu filmin yeri bu anlamda benim için her zaman ayrı bir yerdedir.
Bu varoluşsal arayış, İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa sinemasındaki Albert Camus, Jean-Paul Sartre felsefelerinin etkilediği sinemaya paralellik taşıyan bir arayıştı; Hayatın anlamı sorgulanır, ancak kesin bir cevap verilmez; yaşamın ta kendisi zaten bu anlamı aramaktır. Ingmar Bergman’ın Wild Strawberries (Yaban Çilekleri), Michelangelo Antonioni’nin L'Avventura (Macera), Godard’ın Breathless (Serseri Aşıklar) ya da Luis Buñuel’in the Exterminating Angel (Yok edici Melek) filmlerinde olduğu gibi…
Evet, filmde bahsi geçen kâfur kokusu İran cenazelerinde kullanılan bir toprak esansıdır ve ölümün serin kokusunu temsil eder. Yaseminin rayihası ise yaşam umudunun ince bir dokunuşudur.
Filmdeki kâfur ve yasemin kokuları arasındaki ikili anlam, My Favourite Cake’te de yankı buluyor sanki. Her iki filmde de -aradan geçen yirmi küsür seneye rağmen- içsel çatışma ve toplumsal kısıtlamalar o kadar narin bir şekilde anlatılıyor ki insan devrimin sert yüzüyle de ölümle de hayatla da adeta bütünleşiyor. Kâfurun Kokusunda ölüm ne kadar yakın hissediliyorsa, My Favourite Cake de bir o kadar ölümle yaşam arasındaki yakın hat hatırlatılıyor. Hayatın içinden dokunuşlarıyla, için için…
İran sineması özgürlük mücadelelerinin somutlaştığı filmlerle doludur…
Marjane Satrapi’nin Persepolis filmi de devrim sonrası İran’da küçük bir kızın hikayesini anlattı… Rejimin baskısından kurtularak sinema yapanların, özgür bir sanat ortamının neler yaratabileceğini gösteren harika bir animasyon olarak perdeye yansıdı. O kadar iyi bir animasyondu ki 2007 Cannes Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü kazandı ve En İyi Animasyon Film dalında da Oscar’a aday gösterildi.
Aynı şekilde, Shirin Neshat’ın Women Without Men filmi 1953 yılında CIA destekli darbeyle Başbakan Muhammed Musaddık'ın devrildiği dönemde, farklı toplumsal kesimlerden gelen dört İranlı kadının yaşamlarını ve birbirleriyle kesişen hikayelerini anlattı. Bu hikâye baskı altında kalan kadınların hikayesini mücadeleci bir savunuyla dile getirirken 2009 Venedik Film Festivali'nde Gümüş Aslan ödülünü kazandı ve uluslararası alanda büyük bir başarı elde etti. Ancak her ses getiren ve gerçekleri ayan beyan gösteren film gibi İran'da yasaklandı, resmi dağıtımı engellendi. Yine de gayri resmî yollarla izlendi ve büyük tartışmalara yol açtı.
Diaspora yönetmenleri genellikle İran’daki kısıtlamaları eleştirirken, ülkede -her şeye rağmen- çekilebilen filmler genelde yönetmenin rejim baskıları altında özgürlük arayışını simgeledi ve kısıtlamaların yarattığı derinlik, sinema sanatına da çarpıcı bir şekilde yansıdı. Bu anlamda Saeed Roustayi’nin Leyla’nın Kardeşleri ve 6.5 Metre filmlerini de aklımıza getirebiliriz. Ki kendisi bence yüzyılın en iyi yönetmenlerinden birisi olarak tarihe geçecektir.
Diaspora sineması bu baskılardan kaçış yolları ararken, kimileri de ülkede kalarak hala düzene direniyor. Çekilen filmler izleyiciyi yalnızca bir hikâyenin parçası yapmakla kalmıyor aynı zamanda rejimin toplumsal ruh üzerindeki etkisini anlamaya da zorluyor.
İşte bu yüzden İran sineması her türlü baskıya rağmen özgün bir estetik yaratmayı başaran bir sinema. Rejimin ağır baskıları altında dahi yaratıcı yollar bulan ve bu zorlu koşulları bir sanatsal üretim kaynağına dönüştürmeyi başaran filmler bunlar.
Bu insanlar her türlü zorluğa rağmen yaşamı, ölümü, aşkı, özgürlüğü kutsayan, sistemi ve çürümüşlüğünü baştan sona eleştiren filmler yaptı. Bu nedenle “İran sineması” yalnızca markalaşmış bir sanat formu değil, aynı zamanda bir direniş biçimi olarak tarihe geçecek.
Darısı başımıza. Sinemanın bu gücünü hissedeceğimiz nice filmler yapmamızda…