Mustafa Kutlu’yu farklı kılan...
Onu farklı kılan neydi diye düşünüyorum da… İlki şu herhâlde: 1950’den sonra ‘modern insanın bunalımı’nı, yabancılaşmasını, toplumdan kopukluğunu, uyumsuzluğunu ele alan, kökleri varoluşçuluğa dayanan, daha çok Kafka, Sartre, Camus, Beckett gibi yazarların açtığı bir edebiyat anlayışı revaçtayken, Kutlu hem teknik hem içerik olarak antimodernist hikâyeler yazmaya koyuldu. Ama sanki bir çelişki gibi, yazdıkları aslında ‘Türk modernleşmesi’nin hikâyesiydi. Hikâyelerinin merkezine daima Anadolu’yu ve Anadolu insanını koydu. Kahramanları geleneksel değerlerle yoğrulmuş insanlardı, çoğu az ya da çok dindardı, mütevekkildi, kanaatkârdı… Ama modernleşme rüzgârı bir şekilde onları, örneğin “Yokuşa Akan Sular”daki gibi tabiattan koparıp büyük kentlere, fabrikalara ya da siyasi çatışmaların ortasına fırlatmıştı.
Kent, tabiattan, kanaatkârlıktan, komşuluktan, dini ve ahlakî değerlerden bir kopuş mekânıdır onda. Topraktan kopan Anadolu insanı, bu hız, makine uğultusu ve beton yığını içinde şaşakalır, güçsüzdür, dişlilerin öğüttüğü bir buğday tanesi gibidir… Öyle bir fırtına ki, “Yokuşa Akan Sular”da Bican’ı, “Ya Tahammül Ya Sefer”de Profesör Âsım Beyi, “Sır”daki şeyhi dahi kent girdabında boğmuştur. Modernist değildir Kutlu, hikâye kahramanları da modernist değil, aksine modernleşmenin öğüttüğü, değerlerinden kopardığı ve bu nedenle huzursuz olan taşralılar.
Şimdi düşünüyorum da meselâ Tanpınar, modernleşmeyi, sanayileşmeyi savunuyordu. İlerlemek için sanayileşmenin gerekli olduğu görüşündeydi. Ama mekanikleşmenin, kentleşmenin yaratacağı varoluşsal buhrandan, bir ‘çözülme’den ya da gelenekten kopuşun sebep olacağı yozlaşmadan hiç bahsetmedi. Kutlu’nun hikâyelerindeki insanın, modernleşme/ kentleşme karşısındaki tavrı, tedirginliği, şaşkınlığı meselâ Necip Fazıl’ın “Kaldırımlar”ındaki insanınki gibi de değil! Necip Fazıl’ın şiirinde ‘modern kent’teki bir entelektüelin ontolojik yalnızlığı ve korkuları vardır. Kutlu’da bu ‘modern buhran, angoisse” yok. Kaybedilenlere duyulan bir hüzün var! Modernizm, onda bir kaybetme sebebi, kanaatkârlığı, mahalleyi, komşuluğu, tabiatı kaybetme… “Yoksulluk İçimizde” de öyle! Sadece maddi anlamda ilerlemeyi amaçlayan bir toplumun içte nasıl yoksullaştığının hikâyesi. Byung Chul-Han kitaplarında modernleşmeyle ortaya çıkan performans öznesine, mekanikleşmeye, hıza dayalı zaman anlayışına, şeffaflığa, gözetlemeye -mahreme uzanan göz’e- sıkı eleştiriler yöneltir. İsmet Özel de öyle. Ama Kutlu derin bir felsefî, psikolojik, ontolojik ıstırabı yansıtmaz, onunki sosyolojiye daha yakın, değişim ve değişimin toplumda yarattığı değerler çözülmesi, ahlâki kaygı ve taşralılara özgü hüzün!..
Tasavvuf, hikâyelerinin en önemli anahtarlarındandır. Geleneğin bu kaynağından beslenmesi, hem kurgu, hem alegorik üslup, hem semboller açısından hikâyelerini zenginleştirdi ve özgün kıldı. Hayata mutasavvıflara özgü baktığından eminim, hikâyelerinden biliyorum. “Sır” sosyolojik bir hikâye olduğu kadar, tasavvufi motiflerle de örülüdür, su, köy ve kent, vahdet ve kesret, bunlara dikkat!
Taşra’nın toprakla yoğrulmuş ruhunu yakalamıştı; aşklarını, umutlarını, hayal kırıklıklarını, hüzünlerini, sade hayatını. O ruha tasavvufi dili ve metaforları ekledi, hatta tekniği, sonra halk edebiyatı geleneğine yöneldi, bir meddah gibi okuruyla söyleşti, tabii Anadolu’nun zengin diliyle, atasözleri, deyimleriyle…
Onda ‘absürt’ yok, modern travmalar yok, intihara kadar giden bir bunalım yok. Beckett’in Murphy’si bir modernizm kurbanı, absürdün girdabında boğulmuş insan, Tanrısız ve hiç içinde. “Yokuşa Akan Sular”ın Bican’ının hüznü başka.