İçimizdeki öd acısı
Ortaokuldayken bir arkadaşım vardı bana bir şeyler öğreten. Babası subay, kendisi Cüneyt olan tatlı bir arkadaş. Bir gün yine okuldayız, Cüneyt ile yan yana sıralarımız. Öğretmen geldi, “arama” yapacağını söyleyerek üstümüzü başımızı aramaya, çantalarımızı kurcalamaya başladı. Cüneyt’in çantasından kocaman bir zarf çıktı. Bu ne, dedi hoca. Dayımın oğlundan, dedi Cüneyt. Öğretmen tuhaf tuhaf bakıp yırttı zarfı. İçinden bilmeceler, bulmacalar, şiirler çıktı zarfın. Doğan Kardeş Dergisi çıktı içinden. Öğretmen dergiyi fırlattı bir kenara Cüneyt’i uzun uzun dövdü.
Sevgili Cüneyt başka güzel şeyler de öğretti bana. Elçiliklere mektup yazmayı mesela. Muhtelif dünya ülkelerinin elçilik kültür ateşelerine ülkelerini tanımak istediğimi söyleyip materyal istiyordum onlardan. Kayseri’den, Anadolu’nun bağrından Ankara’ya yani dünyaya mektuplar yazıyordum ortaokul 2 talebesiyken. Elçiliklerden evimize broşürler, kalemler, kâğıtlar, rengârenk cıvıl cıvıl şeyler yağıyordu. Ben de hava atıyordum sınıfa, çevreye, kardeşlere. Ortaokul 2. sınıftaydım ve dünya benim için dönüyordu.
Bir gün postaneden haber geldi “koliniz var” diye. Bizim de 3 teker motorumuz var. Biraderlerden biriyle gidip aldık koliyi. Koli de essahtan koli. İsrail Büyükelçiliği’nden gönderilmiş. Evimizin güzel bahçesinde açtık koliyi. “İsrail’de Tarım”, “İsrail’de İnsan Hakları”, “İsrail’de Yaşamak”, “İsrail Ekonomisi”, envai çeşit kalemler, kağıtlar… Güzellemeler… Babam sesimize geldi, “rakip firma” biraderin de katkısıyla. Kolinin İsrail’den olduğunu öğrenince de baktı oğlu elden gidiyor.
Babam Cumhuriyet’in garip yüzü. Dostu ve düşmanı, Türk’le gâvur arasındaki farkı bu toprakların insanına mahsus ferasetle ayırt ederdi. Kalın Türk baya. İyi bir dayak atma ihtiyacı duydu, iyi bir dayak yedim. İsrail yüzünden dayak yedim. Şükrederim.
Elçilikten gönderilen koli de yakılıp bahçedeki tuvalete atıldı. Böylece benim elçiliklere mektup işi de bitmiş oldu. O dayaktan sonra nasıl toparlandım bilmiyorum ama “İsrail, Yahudi kötüdür” dersini aldım erken yaşımda. Sonra yol boyunca siyasetçilerin, gazetecilerin İsrail güzellemelerine -yanında/karşısında- itimat etmedim. Sadece önüme bakmak istedim.
Ortaokuldan sonra aradan 100 sene geçti. Yolun bir yerinde Hakan Albayrak ve birkaç arkadaşla Vadi Kitabevi’nde otururken “Mavi Marmara’ya geliyor musun?” dediler. Sağa sola bakmadan, berisini düşünmeden arkadaş milliyetçiliği gereği “Evet” dedim, geliyorum.
Sene 2010, Anneannemin bir sözü üzerine, “Anneannemle beraber” bindik gemiye. Şu kadarını anlatayım: 12-13 yaşlarındayım, bir gün Anneannem karşısına aldı bizi ve şöyle dedi: “Mahallede arkadaşlarınızı olur da kavga eder görürseniz, hiç durmayın siz de karşı tarafa yumruk atın!” Hâlâ daha tam kavrayamadıysam da o sözleri, kulağıma güzel geliyor. Ezan gibi yani.
Mavi Marmara, güzel bir hikâyedir. Türkiye’den yaptığım duadır. Titrek bir dua. Dünyanın ortasında, Akdeniz’de saldırıya uğrayışımızın garip bir hikâyesidir. Cüneyt’in bana açtığı yoldur. Babamın bana dayağıdır. Anneannemin kulağıma küpe yaptığı sözdür. Daha ne olsun hayatın mazereti?
Sene 2024, şimdi de Gazzeli çocukların asaleti ve şehadeti var. Ülkesine doyamayan, annesine doyamayan çocukların isyanı. İçimizdeki öd acısı bundandır.