Din Şûrası ve İslâm’la ilişkinin nezaketi
Diyanet İşleri Başkanlığı Ankara’da 7. Din Şûrasını topladı. İlki 1 Kasım 1993’te yapılmış.
Türkiye için İslâm ne kadar önemli ise, Diyanet’in belli sürelerle “Din Şûraları” toplaması da o kadar hayatidir.
Evet, Türkiye için İslâm önemlidir. Türklerin, Karahanlı hükümdarı Satuk Buğra Han’ın (901 -955) İslâm’ı kabulü ile başlayan Türk – İslâm yürüyüşü, bütün tarih boyunca, Türkler’in iç – dış bütün ilişkilerini etkileyen en kritik olgu olarak gündemdedir.
Cumhuriyet döneminde de İslâm ile ilişki, en hassas alanı oluşturmaktadır. Cumhuriyet kurucuları, bir yandan İslâm’ın sistem içindeki etki alanını sınırlarken diğer yandan da Diyanet gibi “Dini alan”ı tedvir ve kontrol edecek bir kurum oluşturmayı ihmal etmemişlerdir.
Sistem içi sancıda da “Din – Toplum – Devlet ilişkisi”nin getirdiği sorunlar, tüm Cumhuriyet döneminin ana gündemi durumundadır.
Kurulu düzen, “Dini alanı” sınırlamasına rağmen, İslâm’ın Türkiye için hayati önemini göz ardı etmez. Daha açıkçası laiklik İslâmsız bir yönetim gibi görülmez. Dolayısıyla geçtiğimiz 100 yılın gerilimli bir ilişkinin tarihi olduğu da açıktır.
Ak Parti iktidarı dönemi -ki 100 yılın çeyreğine tekabül eden büyük bir kesittir- dinin hem daha görünür olduğu hem de daha çok tartışıldığı dönemdir. Bu dönem için laikliğin dine daha çok alan açan bir yorumundan söz edilebilir.
Din, Ak Parti’nin etkinliği dolayısıyla siyasi alanda da, eğitim, sosyal hayat ve medya alanında da görünürlük kazanmış, devlette kadrolaşma yanıyla da ciddi sancılara ve tartışmaya zemin olmuştur.
Ak Parti’nin cemaat, tarikat, stk gibi dini yapılarla, önemli kısmı önce Başbakan sonra Cumhurbaşkanı olarak Erdoğan’ın inisiyatifinde gelişen ve çoğu zaman Diyanet’in etki alanından çıkan ilişkisi kimi zaman Yargı, kimi zaman Emniyet gibi hassas alanların kimyasını bozmuş, 15 Temmuz gibi travmalar bu akışın içinden çıkmıştır.
Türkiye’de “Din – Siyaset ilişkisi” hiç şüphesiz Ak Parti ile başlamış değildir. 100 yıldır tartışılır bu konu. Mustafa Kemal Paşa’nın hayatında da, özellikle Milli Mücadele sürecinde “Dinden yararlanma” vardır. Daha sonraki siyasi mücadelelerde de “Din istismarı” eksenli pek çok gerilim yaşanmıştır.
Ak Parti’yi kuran kadro kendini “Dindar” anlamında “Muhafazakâr” olarak tanımlamıştır. Özellikle Tayyip Erdoğan’ın “İslâmcı” bir mücadelenin içinden geldiği biliniyor. Bir “Dâvâ”sı vardır.
İktidar olunca da bu “Dâvâ”nın kurulu düzenin rezervlerine rağmen belli ölçülerde devreye girmesi tabiidir.
Bu dönemde “İslâm’ın görünürlüğünün artması” dediğimiz hadise bununla ilgilidir.
Bu görünürlüğün kendilerine alan açıldığı ölçüde toplumun bir kesimini memnun ettiği söylenebilir. Ancak Türkiye’de hem “dindar” diye tanımlanabilecek alan çeşitlidir, hem de İslâm ile ilişki dozu “Dindarlık” boyutunda olmayan ama gene de İslâm ile ilişkisini çok önemseyen geniş bir alan vardır.
İktidarın “Gülen cemaati” ile öncelerde sıkı – fıkı ilişkisinin sonunda geldiği yer sarsıcıdır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Din Şurasında yaptığı konuşmada, tarikat, cemaat gibi dini yapılara ve onların bağlılarına yönelik tepkileri göğüslüyor. Digital platformlardaki, kimi dizilerdeki negatif yayınları sınırlı yanlışlar üzerinden 28 Şubat ikliminin hortlatılması olarak görüyor.
Oysa Diyanet, mesela “Gülen Cemaatindeki başkalaşma ve sonunda FETÖ’ye dönüşme” sürecini ancak 15 Temmuz’dan sonra görebilmiştir. Şu andaki durumda, “Dini alanda” oluşan hangi yapı nedir, ne kadarı gerçekten “Dinin ruhu”na uygundur, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın koruma şemsiyesi altına girmeye layıktır, buna ilişkin bir envanter var mıdır?
Bugün “Dindar ailelerin çocuklarının dinle ilişkisi” gibi günden güne daha çok “Tedirginlik” alanı oluşturan bir sorunun varlığı biliniyor. “Dini görünürlüğün”, birçok kesimde “İslâm bu mu?” ya da “Bunlarsız İslâm olmaz mı?” sorusunu sordurduğu da bir gerçek.
Tarikatların bünyesinde, mesela “Şeyh – lider değişimi” sırasında ortaya çıkan paylaşım kavgalarının “dini alan”ın aynı zamanda bir “paylaşım alanı” olduğu izlenimi vermesi, gençlerde nasıl bir “Din algısı” oluşturur sorusu ile kim ilgilenecek?
Digital alan kaygısı, bir yönüyle “Ya bizi yanlışlarımız üzerinde görürlerse” kaygısıdır. Bir yönüyle, sağlıklı bir “Din dili” ile çağın teknolojilerini buluşturabilmede yetersizlik kaygısıdır. Digital alan, yanlışı da milyonlarca çoğaltıyor, doğruyu da… Ürettiğiniz “içerik” gönüllere ulaşmıyorsa, Hazreti Peygamber’in “Kolaylaştırın zorlaştırmayın, müjdeleyin, nefret ettirmeyin” çağrısından kilometrelerce uzakta bir dünya kurmuşsanız çağ ve çağın getirdikleri başınızın belası olacaktır.
“İslâm Türkiye’nin olmazsa olmazıdır. Evet, İslâm ile Türkiye’nin bekası iç içedir. İslam aidiyetinde her aşınma, gerileme, Türkiye’nin insan sermayesinde zaaf sebebidir.” Buna benzer ifadeleri çoğaltabiliriz. Bu ifadeler, İslâm’ın yüceliğini anlatmak için değildir. Stratejik bir değerlendirmenin parçasıdır.
Buradan yola çıkarak bu ülkede İslâm’ın toplumsal karşılığının azalmasına yol açacak tüm hareketler sorunludur. Bazen, “koruma” içgüdüsüyle sergilenen sahiplenmeler de, İslâm’ı kendimizle izole etme, “Benden başkası hakiki Müslüman olmaz” niteliğine bürünebilir.
“İslâm’la ilişkinin nezaketi” diye bir şey var bence… Herkesin kendisinde o nezaket oranını sorgulaması da hayati önemde bence…