Yine düştük yollara yollara, yollara...

“Leylandlar şehrimize intikal ettiğinde Škoda’nın ‘57’de alınan “706 RO” modelinden birkaçı seferdeydi, 351 ile 550 arasında numaralandırılan Škoda otobüslerinin minibüs yolundan geçenlere de ‘73 sonuna kadar bindim, o hattın en şöhretli yolcusuysa hiç kuşkusuz Reşad Ekrem Koçu’ydu, Göztepe’den saatinde alınır, otobüs dolu olsa dahi kendisi mutlaka oturtulurdu.”

İstanbul’un belediye otobüsleri derseniz, yarı otomatik vitesli ve alçak tabanlı Leyland markanın yeri bende ayrıdır, onlardan 4 ve 4A hat numaralıları çok kullandım, biletlerini hâlâ saklıyorum. Leyland’ın “MCW 45-34” nodellerinin halka tanıtımı maksadıyla filo düzeninde Bağdat Caddesi’den Emin Ali Paşa Caddesi’ne çıkışınıysa sanki dünmüş gibi anımsıyorum, yetmiş beş yolcu kapasiteli bu otobüsler, filoda 810 ile 1109 arasında numaralandırmıştı ve yirmi dört yıl da hizmette kalacaklardı. Orhan Gazi Canbulat dostumuz, bana gönderdiği mesajında, Kasımpaşalı Deli Oktay’dan bahsediyor, yazdığına göre Leyland şoförlerindenmiş, bu adam sevdiği kızı otobüsüne atıp ortadan kaybolmuş. Belediye görevlileriyse Leyland’ı ve Deli Oktay’ı iki gün sonra Kısırkaya’da bulmuşlar. Orhan Gazi Canbulat, “Ben argoyu bu kadar hoş telaffuz eden bir başka kişi daha görmedim” diyor, ama Belediye için otobüs aşktan ve insandan daha önemli olduğundan, sonrasında Deli Oktay’ın başına nelerin geldiğini de merâk ediyorum.

***

Leylandlar şehrimize intikal ettiğinde Škoda’nın ‘57’de alınan “706 RO” modelinden birkaçı seferdeydi, 351 ile 550 arasında numaralandırılan Škoda otobüslerinin minibüs yolundan geçenlere de ‘73 sonuna kadar bindim, o hattın en şöhretli yolcusuysa hiç kuşkusuz Reşad Ekrem Koçu’ydu, Göztepe’den saatinde alınır, otobüs dolu olsa dahi kendisi mutlaka oturtulurdu. Reşad Ekrem binerken, şoförümüz saygısından, koltuğunda birazcık doğrulur, başını eğip sağ elini göğsüne koyarak üstâdımızı selâmlar, dikiz aynasından onun oturduğunu görünce de vitesi öyle bire geçirip gaz pedaline hafifçe basardı. Ben Škodaları sevmesine severdim de, maalesef fazlasıyla gürültülüydüler. Onları merâk edenler Ertem Göreç’in ‘61 yapımı “Otobüs Yolcuları” filmine bakabilirler, Ayhan Işık’ın şoförlüğünü yaptığı 101 hat numaralı “Yeşiltepe-Bâyezîd” otobüsü için 505 filo numaralı olanının kullanıldığını biliyorum. Zeki Ökten’in ‘77 yapımı “Sevgili Dayım” filmindeyse hurdaya ayrılan belediye otobüslerinden 511 filo numaralı Škoda seçilebilmektedir. ‘70 başlarında belediyenin direksiyonu sağda Scania Vabis “Bulldog 41” ve Chausson “615 D” otobüsleriyse hizmetten kaldırıldıklarından ancak tramvay garajı bahçesinde görülebiliyordu. Tahta kasalı uzun burunlu Renault Scémia’ya, seksen yolcu kapasiteli Twin Coach’a ve ön farlarının şeklini pek “Marge Simpson” havasında bulduğum Latilla Floirat’a yetişemedim, ancak Latilla Floirat’ın Tosun marka ilk Türk troleybüsüne dönüştürülmüşüne epeyce binmişliğim vardır, benim en fazla kullandığım 101 filo numaralı Tosun ise yanılmıyorsam “34 KE 164” plakalıydı.

***

Biliyorum, ‘80 sonrası doğumlu arkadaşlarımız troleybüs de nedir diye soracaktır, efendim birazcık tramvayı, daha fazla da otobüsü andıran tuhaf bir ulaşım vasıtasıydı, güzergâhı boyunca birbirine paralel gerili iki telli havai hattan aldığı enerjiyle çalışan troleybüslerin 84 hat numaralısı fakültenin ilk sınıfındayken favorimdi, ancak “Eminönü-Topkapı” troleybüslerinin boynuzları mutlaka Gülhane virajında atardı, yağmur veya kar yağıyorsa şoförün de ağzının dingili çıkar, inip takmaya çalışır, en azından beş altı dakika kaybettikten sonraysa yola devâm etmeyi başarırdık. 84 numaradan yumurta popolu ve hüpe hüpe altın küpe süt kuyusu sivri tepeli iki kız anımsıyorum, iskarlet miydiler yoksa ateşli tazelerden miydiler, benimkisinin câhillik olduğunu aklınızın bir köşesine not düşün, inanın bir türlü kestirememiştim.

O kış haftanın beş sabahında troleybüste birlikte ağız tamburası çalarak yirmi dakika geçiriyor, Bâyezîd durağındaysa ayrılıyorduk. Sonra ülkemiz generallerin gecesine girdi, o yüzden 84 numaraya binemez olmuştum, ancak kızlardan birine ertesi yıl Odunluk’ta rastladım, ince fitilli haki renkli “Wrangler” kadife pantolonuyla bir içim suydu, ayak üstü mimarlıkta okuduğunu ve “Kurtuluş” sempatizanı olduğunu söylemişti, kendisine sarı tüy bıyıklı bir çişli sümüklü sevgili de yapmıştı, diğerininse ‘79’da nerede karşıma çıktığını bir tahmin edin bakalım, mümkünü yok aklınıza gelmez. Gayrettepe’deki Siyasi Şube’de, yarım boğazlı siyah kazağının kollarını dirseklerine kadar sıvamış, beline de bir CZ 75 sıkıştırmıştı. Kalbim o görüntüye ânında damardan bir Sezen Aksu şarkısını fon yapmaz mı, Allahtan dudak kıvrımlarımdaki komediyi fark eden olmamıştı, yoksa yandığımın resmiydi. “Şimdi artık kelimeler yetersiz, anlamı yok / Yitirmişiz anılarla berâber, faydası yok / Gel, bunları bırakalım artık bir tarafa / Gerçeği görmeliyiz dostum, başka çâresi yok”. Belki “Wrangler” pantolonlu kız da öğrencilerin arasına sokulmuş bir polisti, ancak bilgim yok, ara sıra o yumurta popolu kızlar aklıma geldikçe de, iki kadeh “Gıravatlı” atıp, mermi vızıltılı geçmişten kaçıyorum.

***

‘69 ile ‘76 arasında Suâdiye’den kedilerimizi veterinere götürmek için banliyö trenini veya minibüsleri kullandığımıza göre, belediye otobüsleri galiba hayvan kabul etmiyordu. Kadıköyü-Pendik arasında en fazla Thames “400 E”, Austin “TM 25”, Commer “FC”, Ford “Feka”, Transit “MK 1” ve Volkswagen “T 1” çalışırdı. Maalesef Yaşar Kemal ustamız, “Ant” dergisine hattaki minibüslerin boyalarının dökük ve sağlarının sollarının oynadığını yazarken düpedüz sallamıştı, hattımızda hiç öyle minibüsler çalışmadı, tamam, Turşucu Deresi Sokağı’nın üstünde oturan Yalkın Özerden ağabeyimizin Volkswagen’i arka camının altındaki kaputta “Proleter” yazdığı için diğerlerinden birazcık farklıydı ama her minibüsün zâten çiçekli böcekli bir ismi vardı. Belki de Yaşar Kemal’in aklı karşı yakadaki Renault Goélette minibüslerde kalmıştı, bizimkilerin onlara “Kürt minibüsü” dediğiniyse anımsıyorum, ‘76’ya kadar Anadolu yakasında hep Zeki Alasya tipinde şoförler olurdu, örneğin Natuk Baytan’ın ‘84 yapımı “Atla Gel Şaban” filmindeki “34 AR 637” plakalı bordo beyaz Ford minibüsün şoförü bizim yakanın hakikatına alenen aykırıydı.

***

‘70’ler aynı zamanda minibüs kültürünün farklılaştırıldığı yıllardır, ‘79’da Engin Ergönültaş’ın “Sanat Emeği” dergisindeki “Orhan Gencebay’dan Ferdi Tayfur’a Minibüs Müziği” başlıklı yazısını anımsayanlar çıkacaktır, sol fayları çatır çutur kırmıştı, oysa İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyal Antropoloji ve Etnoloji Bölümü öğrencilerinden Nejdet Geçim’in ‘77 yılındaki “Minibüs Şoförlerinin Sosyo Kültürel ve Ekonomik Yapısı” konulu lisans tezi bilinseydi, Engin Ergönültaş’ın tezleri sola gereksiz vakit kaybettirmemiş olacaktı. Türkiye Komünist Partisi menşeli hatalı tezlerin sinemaya yansımasını dolaylı bir biçimde Sinan Çetin’in ‘82 yapımı “Çiçek Abbas” filminde de bulabilirsiniz, oradaki “34 K 5237” plakalı kırmızı Ford’un artık bir sinema efsânesi olduğuna hiç itirazım yok da, Engin’in İstanbul’un şehir nüfusunda gecekonduda yaşayanların yüzdesinin 45, konut stoku içinde gecekondu yüzdesininse 40 olduğuna dâir bilgilendirmesi beni hep rahatsız etmiştir, yahu oranlar buysa, ‘70 yılında minibüsler, nasıl oluyor da şehrin yüzde 15’ini taşıyordu, ismine isterseniz matematik isterseniz de mantık deyin, sizce ortada bir sorun yok mu? Bilhâssa ahbâbımdan Haluk Oral’a soruyorum, hocam sen matematikçisin, ilk mahfil buluşmamızda bana bunu bir îzâh et de, kâbûstan kurtulayım.

***

Bana sorarsanız, ‘70’li yılların başlarına kadar minibüsçülerin değil, dolmuş taksicilerin bir alt kültürü vardı, derim. ‘71 veya ‘72 yılıydı, rahmetli annemle Kartal’dan bir Ford ile Suâdiye’ye dönüyorduk, minibüs caddesindeki Şenesenevler durağına en fazla yüz metre kala minibüsün camına bir bir güvercin çarpıp ölmüştü, zavallı şoför üzüntüsünden ne yapacağını şaşırmıştı, güvercini eline almış ve birinin kendisine hayvanın ölmediğini söylemesini ister gibi bizlere bakıyordu, oysa bir altta, Emin Ali Paşa Caddesi’ndeki taksi dolmuş ve husûsî şoförleri öyle değildi, ben orada sadece Çengelköyü doğumlu ve Panda isimli grili beyazlı kedimi kaybettim ama caddenin yokuş aşağı kısmında tanıyıp sevdiğim çok sayıda kedinin ölüsünü de görmüştüm. Biri olsun, ezdiği kedi için durmamıştır. Bütün bunlar bana Sezai Karakoç’un dizelerini anımsatır gibiyse de, “Kim verecek kedilere trafik bilgilerini / ki hayatlarıyla ödemekteler bir yandan öbür yana geçmeyi”, asıl sorunun “hassâsiyet” olduğu âşikârdı, ‘76’ya kadar minibüsçüler, iddia ediyorum, dolmuş taksicilere nazaran çok daha fazla “şehirli” tabakaydı, arabesk kültürünü asıl siz taksi dolmuş sisteminde arayın.

***

Madem kedi parantezi açtık, bu vesileyle size üzücü iki haber vereyim: 15 Kasım 2024 sabahında Bâyezîd Kütüphânesi’ndeydim, Ramazan Minder ile sohbet ederken, İstanbul Hukuk’un değerli hocalarından Prof. Dr. Aydın Gülan’dan telefonuma bir mesaj geldi. Mehmed Şevket Eygi’den kendisine kalan Emanet isimli kedi 13 Kasım günü saat 05.20 gibi kanserden son nefesini vermiş. Emanet, hocamızın cân dostuydu, acılarına rağmen okşandığında memnûniyet hırıltılarıyla Aydın Gülan’ı hep teselliye çalışmış. Umarım şimdi yukarıda bir yerlerde Mehmed Şevket Eygi ile buluşmuştur. Bir diğer üzücü haber ise Halûk Sunat’tan, maalesef çok şeker kuyruklu kızları Kırpış’ı uyutmak mecbûriyetinde kalmışlar, Aydın Gülan’ın da Halûk Sunat’ın da acılarını kalben paylaşıyorum.

***

Benim kuşağım için Leyland neyse, ‘70’lerde kırklı ve ellili yaşlarını sürdüren büyüklerimiz için de White otobüsler öyleydi, onları hiç görmedim ama komşularımızdan bahsini çok dinledim. White siparişi Amerika’ya ‘41’de verilmiş, İkinci Dünya Savaşı’nın en civcivli zamanı, bu yüzden Amerikalılar siparişin sandıklar içinde gemiyle demonte gönderilebileceğini belirtmiş, ona da tamam denmiş, sonra bizim White otobüslerinin parçalarını taşıyan gemi önce İskenderiye, ardından da İskenderun limanına gelmiş, oradan da sandıkların bir kısmı trenle İstanbul’a ulaştırılmış, nedense İskenderiye’de kalan dört sandık ise “Demir” isimli şilebe yüklenmiş. White sandıkları ‘43 yılında belediyenin Surp Agop atölyesinde açılıp, montaja geçilmiş. Buraya kadar her şey güzel de, White montajları tamamlandığında, ortaya 9.50 metre uzunluğunda ve 2.25 metre genişliğinde “kocaman” otobüsler çıkmış. Onlar, Beşiktaş-Taksim, Eminönü-Beşiktaş, Eminönü-Taksim ve Taksim-Sarıyer hatlarına uygun gibi görünse de, 2.25 metre genişliği Bâyezîd’in, Karaköy’ün, Tarlabaşı’nın ve Aynalıçeşme’nin daracık yollarından geçirmek asla mümkün değilmiş, bu yüzden de otobüslerin bazıları Anadolu yakasına nakledilmiş. Kadıköyü, Erenköyü, Suâdiye, Bostancı, Üsküdar ve Kısıklı sakinlerinin yaşamına White işte o vakit girmiş, sonra yetkililer bakmışlar, olacak gibi değil, millet hesâp sormasın diye de Galatasaray, Tarlabaşı ve Aynalıçeşme mahallerindeki bazı binâlar istimlak edilerek yıktırılmış ve oralar White otobüslerinin geçişlerine uygun hâle getirilmiş. Maalesef bu kadarla da kalmıyor, kıtlık yıllarıdır, yedek parça temini artık imkânsızlaştığından ‘48’de burunlu White otobüsleri hizmetten çekme kararı alınıyor.

***

White otobüsler için size verdiğim hurde teferruâta bir ekleme daha yapayım: Amerikalılar ile aslında yirmi üç otobüs anlaşması yapılmış, yolda sandıkların büyük kısmı kaybolunca, geriye kalanlardan Surp Agop atölyesinde ancak dokuz otobüs çıkmış. Bunun üzerine neler yaşandı, ayrıca gazete arşivlerine bakmam gerekiyor. Biliyorum, Mercedes’in “0321 H” ve “0321 H-L”, Scania Vabis’in “B 41”, Bussing’in “4500 TU.5” ve “TU.10” ve de Magirus’un “Saturn II” otobüslerine yer kalmadı, onlar da artık başka bir yazıya, şimdi size bir Bulutsuzluk Özlemi şarkısıyla sayfa çevirtmek istiyorum: “Yine düştük yollara, yollara, yollara / Yine aştık dağları, dağları, dağları / Ayağım gaz pedalında / Ardımda fırtına”...

YORUMLAR (1)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
1 Yorum