“Besmeleyle çıktım yola, selâm verdim sağa sola, a benim devletlü beyim, vakt-i hâl hayır ola”

“Eski Ramazânlarda padişahlarımızın tebdîl-i kıyâfet dolaştıklarını biliyoruz. Onların tebdîl-i kıyâfetleriyle ilgili pek çok hikâye sallanmıştır, tarih hakikatının peşindeyseniz geçin, benim niyetim ise birazcık da olsa padişahların ve ricâlin iftarlarındaki diş kirasından bahsetmektir.’’

Sizi mi kıracağım, şıppadak ‘71’in ve ‘72’nin Şehr-i Ramazânlarına gideyim, ama üç ayların sonuncusunu Ramazân olarak isimlendirenlerin sadece gazeteler olduğunu da buraya hurde teferru olarak not düşeyim, mahallemizin yaşlılarıysa Şehr-i Ramazân yerine Şehr-i Siyâm, Şehr-i İ’tikâf ve Şehr-i İstiğfâr derlerdi. O yılların Şehr-i Ramazanlarında Kurudere Sokak’tan Emin Ali Paşa Caddesi’ne çıkışta, sağdaki 12 numara ile Nuri Bey’in bahçeli kâgirinin arasındaki apartmanın deniz manzaralı arka dairelerinden birindeydik. Karşı dairemizde Saraylılardan seksenlik Ulviye ve Naime hemşîreler vardı, sıkı Demirelcilerden olmalarına rağmen oruç tutup tutmadıkları bende sisli, oysa Nuri Bey’in kâgirinden sonraki Uğur Apartmanı’nda otururken, İnönücü komşularımızın ibâdetlerini bir gün olsun dahi aksatmadıklarından eminim.

***

Köy Enstitülü anne babanın çocuğuyum, ikisi de ‘62’den sonra hep Türkiye İşçi Partisi’ne oy vermişler, Mehmet Ali Aybar ‘71’de parti üyeliğinden istifa ettikten sonraysa Cumhuriyet Halk Partisi içindeki Bülent Ecevit çizgisini desteklemişlerdi. Ama, solculukları Şehr-i Ramazanın hânemize girmesine mâni değildi, annemle iftar davetleri için mutlaka iki pazar arabamızla Eminönü’ne iner, kalın kiler ve ince kiler alışverişini yapardık. Haklısınız, kalın kiler ve ince kiler nedir diyeceksiniz, kilerlerin Boğaziçi medeniyetinden ahşaplarla çıkışı yarım asrı aşmıştı ama kilerler arasındaki ayrımı eskiler unutmamıştı. Artık mutfaklardaki kapaklı dolapların ince kiler, balkonlardaki kapaklı dolaplarınsa kalın kiler olarak kullanıldığı devirdeydik, kalın kilere sarı tenekelerde eritilmiş tereyağı kokusundaki ve lezzetindeki “Vita” yemeklik nebati margarin, yeşil tenekelerde “Kırlangıç” zeytinyağı, paket paket “Piyale” makarna, beş kiloluk çuvalda “Alpullu” kesme şeker, Hasan Bey cinsinden hoşaflık kuru kayısı, Kazova üzümünden yaprak pestil, külek denilen tahta kutularda satılan Zile’nin katı pekmezi, Boğatepe eriştesi, Kavılca bulguru ve pilavlık Tosya pirinci mutlaka alınırdı, ince kilereyse Kayseri’den “Göncüler” pastırması, Medine hurması, annemin teyzesinin iftarı açması için Kâbe-i Muazzama’dan gelen zemzem suyu, Karadeniz Ereğli’den “Azim” tarifi mürdüm eriği reçeli, Konya’dan “Sabıroğlu” ayva reçeli, Kars’tan bir teker eski kaşar, Çorum’dan kargı tulumu, Zavot ineklerinin yağlı sütünden Boğatepe gravyeri ve Ezine’den “Yükseloğulları” beyaz peyniri seçip, Mısır Çarşısı’ndan ayrılırdık. Yorulduk değil mi, Kadıköyü’nden 4A hattının gıcır gıcır Leyland otobüsüne binmeden evvel, mutlaka Hacı Bekir’den bir kavanoz beyaz çevirmeyi paket yaptırıp, karşı sıradaki Baylan’dan birer kup griye yerdik.

***

İftar davetleri nedense Şehr-i Ramazânların on beşinden itibâren yapılırdı, bu yüzden de bir gün öncesinde Aksaray’a gidip, annemin teyzesini getirirdik, diğer davetlilerimizse Fatma ve Fevziye öğretmenlerdi. İftarların bereketi pek güzeldi de, ben sofrada en fazla tatlıyı severdim, güllaç ile aram pek olmamıştır, ama sütlü kadayıfı, vezir parmağını, çıtır tulumbayı ve Fatih sarmasını tepsiyle önüme koysalar, hepsini yutabilirdim. İftar sonrasındaki en büyük eğlencemse, sanki oruç tutarmışım gibi, gazetelerin “Ramazân” sayfalarını okumaktı, onlardaki “Direklerarası” anılarınaysa bayılırdım. Erbâb-ı kalemden bazı isimlerin “Direklerarası” için “yozlaşma” yorumunu yaptıklarını biliyordum da, aldırmıyordum. Bir de, Ahmed Rasim’in, Refik Halit’in, Yakup Kadri’nin, Yahya Kemal’in, Peyami Safa’nın, Halit Fahri’nin ve Halide Nusret’in kitaplarında “Ah nerede o eski Ramazânlar!” meâlinde satırlar vardı, işte kafamı karıştıran esâs onlardı, neyin özlemindeydiler, inanın bir türlü bulamamıştım. Tamam, padişahlar, diş kiraları, kandilli mahyalar, sadaka taşları ve ağızları lâf yapan davulcular kalmamıştı, ama Ramazân hâlâ Şehr-i İstiğfârdı.

***

Eski Ramazânlarda padişahlarımızın tebdîl-i kıyâfet dolaştıklarını biliyoruz, Kanunî Sultan Süleyman sipahi, Genç Osman bostancı, IV’üncü Murat derviş, II’nci Ahmed Mevlevi şeyhi, III’üncü Mustafa haseki ve II’nci Abdülhamid Mekke-i mükerreme şerîfi olurmuş. Onların tebdîl-i kıyâfetleriyle ilgili pek çok hikâye sallanmıştır, tarih hakikatının peşindeyseniz geçin, benim niyetim ise birazcık da olsa padişahların ve ricâlin iftarlarındaki diş kirasından bahsetmektir. Mevzû-i bahis hediyenin dinimizin ana kurallarıyla teması var mıdır yok mudur şeklindeki tartışmalar ise, inanın, boşa kürek çekmekten başka bir şey değildir, o yüzden de işin Kur’an ve Sünnet kısmını atlıyorum, asırlar boyunca bir yaşanmışlığın altını çizerken, diş kirasının beni ilgilendiren tarafının, ricâl-i devlet vasıtasıyla taşraya da girmiş olsa dahi, esâsında İstanbul’a mahsûs bir Ramazân âdeti olmasıdır.

***

Vaktiyle, Sultan Reşâd’ın iftar davetinde yedi yüz yetmiş dokuz kişiye toplamda 109.375 kuruş diş kirası verdiğinin belgesini Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde görmüştüm, zât-ı şâhânelerinin listesindeki isimlerden dört yüz on birinin onbaşı ve neferât olmasına bakıp da, sakın ha diş kirasını muhtaçlara yardım ile karıştırmayın, fukarâya dağıtılanlar farklıydı. Diş kirası, kısaca, iftar sâhibinin, “Davetime icâbet ettiniz, sevâb kazanmam için zahmet edip yol yürüdünüz, yemekteykense dişlerinizi yordunuz, işte bu da sizin dişinizin kirası olsun!” diyerek misâfirlerine verdiği hediyelerin ismidir. Bu âdetin büyük oranda Dersaâdet nüfusunun üst tabakalarına hitap ettiğindense eminim, aksi takdirde Sultan Abdülaziz bir konağa değil de bir hakkurana misâfir olurdu değil mi, kayıtlara bakıyorum da fukarâ perver Mahmud Paşa’nın veya dini bütün Rıfat Paşa’nın iftar misâfirleri arasında dahi garîbân göremiyorum.

***

İstanbul’da muhtaçlara yardım deyince, sadaka taşları çok mühimdir, kaynaklarda eskiden şehirde yüz altmış sadaka taşının bulunduğundan bahsediliyor, bir ara on bir kadarı kalmıştı galiba, şimdi onlardan kaçı duruyor, bilmiyorum. Bazıları aklımda, ancak Tunusbağı semtinin Fethi Ahmet Paşa Camii’nde bulunan sadaka taşını gördüğümde çok üzüldüğümü anımsıyorum, cami duvarıyla bir aile mezarlığı arasındaki mezbeleliğe atılmıştı, Zeynep Kâmil Mahallesi’ndeki Aşçıbaşı Camii’nin hazîresinde gördüğüm sadaka taşının konumu da içler acısıydı, diğerinden tek farkıysa bakımlı bir mezarın üstüne öylece bırakılmaş olmasıydı. Konum derken, boş konuşmuyorum, çünkü Osmanlı devrinde sadaka taşlarının verenin de alanın da kolayca görülemeyecekleri mahallere dikildiği muhakkaktır, durumu iyi olanlar taşın üstündeki çukura biraz para koyar, fakirse hava kararınca oradan sadece ihtiyâcı kadarını alır, diğer kısmını da bir başka muhtaca bırakırmış. Sadaka taşından meded uman fukarâ, sanırım vezîr-i a’zam Mahmud Paşa’nın iftar davetlerindeki nohutlu pilavı rüyâlarında dahi görmemiştir, bildiğiniz gibi Mahmud Paşa pilav kazanının içine nohut şeklinde altınlar atar, iftar sofrasındaki ulemâdan ve şuarâdan misâfirleriyse altın için habire pilav kaşıklarmış. Elli dört yaşında idâm edilen Mahmud Paşa da kimdir diye sormayın, ‘78 yapımı “Kara Murat Devler Savaşı” filminde altmış altı yaşındaki Hulusi Kentmen’in oynadığı adamdır, idâmıysa hayli karşıktır. Topkapı Sarayı Arşivi’ndeki E.10161 numaralı belgeye nazaran, Mahmud Paşa ile Şehzâde Mustafa arasında bir kadın meselesi olabilir, tam da dizi filmlik zevce hikâyesi yani, ben vezîr-i a’zama boynuz takıldığını anlıyorum, gerisiniyse size bırakıyorum.

***

Ramazân-ı Şerîfe az kaldı, hadi şimdi de eski konaklardan bir iftar sofrasına gidelim: Ezâna bir çeyrek kala amber kokulu odaya girip herkes yerini alıyor, imam efendi Kur’an okurken top da atılmış oluyor. Oruç mutlaka Kâbe-i Muazzama’dan getirilen zemzem ile açılıyor, bugün eski konaklar da yok, zemzem suyu da yok, şâyet yirmi litrelik “Hamidiye” suyuna keseniz yeterse şükredin, peşindense Medine’nin ince kabuklu “Mebrum” hurması alınırdı, bugün en ucuz Medine hurması asgari ücretin otuz beşte biri kadar, bir kiloya da kaç hurma düşer, telaffuz etmek dahi istemiyorum. Yemeğe tavuk suyuna şehriye çorbası veya Fâtih Sultan Mehmed’in en sevdiği Saray lezzetlerinden biri olan yumurta-yı hümâyûn ile başlanırdı, hadi çorbayı geçiyorum, iki kişilik yumurta-yı hümâyûn için dahi on dört dilim çemensiz pastırma ve dört yumurta gerekiyor. Hesâplı yerden aldığımızda Kastamonu işi çemensiz pastırmasının kilosu asgari ücretin altıda biri, yahu nüfusumuzun neredeyse yüzde doksan sekizi açlık ve yoksulluk sınırlarının altında kaldı, kim alacak çemensiz pastırmayı, aşağı tabakalarsa pastırmanın tadını çoktan unuttular. Biz en iyisi mi paşa dedelerimizin konaklarından çıkmayalım, çünkü çorbanın veya yumurta-yı hümâyûnun üstüne çöp kebabı, fırın kebabı, talaş kebabı, nar gibi kızarmış kol veya bohça böreği, onların üstüne de muhallebi veya güllaç gibi sütlü hafif tatlılar ikrâm edilirdi. Ben güllaç almayayım, varsa Hamsiköy sütlacını, Safranbolu zerdesini veya on iki malzemeli aşureyi tercih ederim. Bitti mi? Hayır, misâfirlerin birer sigara tellendirdiklerine bakmayın, iftar sofrasının esâs güzelliği tütün keyfinden sonradır. İçi, fıstıklı, üzümlü, kestaneli, ciğerli iç pilav ile doldurulmuş hindinin sokağa taşan kokusu mahallenin bütün kedilerini de pencereye toplamışken, paşa dedemizin şehremîni Cemil’e beddua faslının başlayacağı muhakkaktır, kediler aklına Hayırsız’a tehcir edilen zavallı sokak köpeklerini düşürmüştür. Hindinin yanında elbette amberbû pirinçten yapılma bıldırcınlı veya beyinli pilav var, peşinden mevsimine göre nefis bir tencere yemeği, şâyet Şehr-i İstiğfâr soğuklardaysa etli soğan yahnisini isterim, bahardaysa Sultan II’nci Abdülhamid gibi yeşil erik soslu gelincik balığını ararım. Yine bitmedi, kız torunlar, Afitap, Bihter, Dilruba, Mahidevran ve Serra, ellerinde toz mavi renkte çiçekli “Alimzâde” porselen tabaklarda sütlü kadayıf ve cevizli baklava servisine başlayacak. Oh, üstüne de iki bardak Taşdelen suyu içti mi, insana tatlı bir rehâvet çökmez mi, hiç sormayın. Girit taşrasından hanımın kafasıysa zevcinin bardağına Taşdelen yerine İskenderiye’den hususi maksatla getirttiği Nil suyunu dökmesindedir, çünkü çocukların mürebbiyesi sabahleyin kulağına Nil suyunun cinsi kudreti epeyce artırdığını fısıldamıştır, bu yüzden paşanın merdivenlerde kimi kovalamaya niyetlendiğini merâk etmektedir, kim bilir belki de kendi kısmetidir, içinin hafiften gıdıklanıp yanaklarının kızarmasını paşanın da görmesini istiyor.

***

Biliyorum, iftar sofrasının sigara sonrasındaki kısmı bizi bozar, bu yüzden başka şeylerle oyalanalım. Efendim, mahya desem, biz sadece ampullü mahyaları gördük, ama kandilli mahyaları gören son nesile de yetiştik, okuduklarımızdan ve dinlediklerimizden kandilli mahyanın bir sanat eseri olduğu anlaşılıyor. Peki, siz artık Ramazân davulcusunun sesini duyuyor musunuz? Ben epeydir duymuyorum, davulunu bilmediğim adamlar kapıma sadece para istemeye geliyorlar, duyanlarınsa sadece gürültüye uyandıklarına eminim, oysa benim ilk gençliğimde dahi Ramazân davulcuları çok farklıydı. Hemen hepsi, ağzı lâf yapan, güzel sesli ve irticâlen mâni söyleyebilen kişilerdi. İstanbul şehir yaşamındaysa mâniler çok önemliydi, onları mahallelerden, çarşılardan, esnaftan, bağlardan, ahşaplardan ve aşklardan haber taşıyan ayaklı gazeteler olarak sayabiliriz, bu yüzden de davulcuların hemen hepsi doğma büyüme İstanbulluydu, benim çocukluğum ve gençliğimde davulcuların çoğu Çingeneydi, bizden üç önceki kuşak da tulumbacıların davulculuklarına yetişmişti, bugünse şehrimizde dokuz yüz altmış dört mahalle ve üç bin üç yüz elli kadar da ekseriyeti dışarıdan gelen Ramazân davulcusu var, ama onların davullarında maalesef İstanbul yok.

***

Efendim, bu yazımın ilhâm kaynağı Cahit Sıtkı’nın 10 Haziran 1937 günlü Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan “Ramazân” hikâyesi oldu, bilmiyordum, eski gazeteleri karıştırırken tesâdüfen görüp okudum, eski Şehr-i İstiğfârlara anılarla ve fıkralarla devâm edeceğimi belirteyim. İsterseniz bu başlangıca da bir Bektaşi fıkrasıyla üç nokta koyayım: Yeşil Tulumba’dan softanın biri komşusu Bektaşinin yolunu kesip de, “Ey erenler, iyisin hoşsun, ilim irfân sâhibisin, bak şimdi Ramazândayız, hiç olmazsa bu Şehr-i İstiğfârda oruç tutup namaz kılsan, bizim nazarımızdaki itibârın da artar!” diye söylenmez mi, pederi yaşındaki Bektaşinin tepesi atmış ve “Sizin nazarınızda itibâr kazanmak için Allah’ın nazarındaki itibârımı bozamam” deyip, Direklerarası’na doğru yürümüş...

YORUMLAR (2)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
2 Yorum