Ruhsuz oteller!
Bolu Kartalkaya’daki yanan otelin görüntülerine bakıyorum haberlerde… Hiç sevmedim binayı! Soğuk, soğuk ve küstah. Kaba! Orantısız, zevksiz, renksiz… Tıkış tıkış, sanki istiflenmiş odalar yığını, sanki bir ıslahhane… Kışla gibi desem değil, hapishane gibi desem değil, yurt gibi desem değil. Ama bunları hatırlatıyor.
Tekrar uzun uzun baktım otelin fotoğraflarına. Estetikten yoksun bir tahta yığını gibi görünüyor, merhametsiz bir tüccar gibi. Ruhsuz ve hiçbir medeniyete ait değil.
Ne kadar düştük değil mi?.. Çok garip, onca cana mezar olduktan sonra bile, umarsız, sinirsiz, bir manda leşi gibi bön bön bakıyor insanlara.
Aslında otelleri hiç sevmem ben, en lüksü olsa bile. Soğuktur çünkü. Huzursuz olurum, kendimi güvende hissetmem. Ev, bir anne kucağı gibidir oysa sıcak, şefkatli. Sesler bir de; evde sesler, mutfaktaki suyun sesi, çatal bıçak sesi, çay kaşığının sesi, çocukların sesi… Konuşursunuz evde, havadan sudan, doğaçlama. Otelde bu sesleri bulamazsınız. Ortada hissiz bir yatak, duvarlara sinmiş bir sessizlik vardır, sarı, solgun veremli ışık bir de!
Theodor W. Adorno’nun “Minima Moralia”sını (Çev. Orhan Koçak, Ahmet Doğukan, Metis Yay. 2002) okuyordum. Kitapta “Soğuk konukseverlik” başlıklı bir deneme var, otellerden bahsediyor. Bazı cümleleri duygularımla örtüşüyor. Daha başta otelle mezarlık arasında bir benzerlik kuruyor. Konuklar aceleci, sanki hep kalkıp gidecekmiş gibi paltoları kollarında, oturdukları sandalyelerde iğreti. Geçmişte hancılar vardı, babacan, müşterilerin yüzüne bakınca ne istediğini anlayan. Ya şimdi? İş bölümü ve otomatikleştirilmiş kolaylıklar sistemi, ortada müşteriyle ilgilenecek hiç kimsenin kalmamasına yol açmıştır, der Adorno. Restoranlarında garson menüyü bile bilmez, illa başka bir sorumlu beklenecektir. “Kuruma gösterilen özen, -ki doruğuna hapishanelerde çıkar- özneye gösterilen özenden önce gelir.” (s. 121). İnsan tıpkı klinikteki bir nesne gibi görülür burada.
Ya resepsiyonistler? Adorno’dan aynen alacağım:
“Sentetik bir hancı kadın. Gerçekte hiçbir iş yapmıyordur, birbirinden koparılmış o soğuk hizmet ve kolaylıkları bir arada tutma yetkisi yoktur. Sadece içi boş ‘hoş geldin’ jestleriyle ve tabii personelin gözetimiyle yükümlüdür (…) Şirinliğinin gerisindeki huysuzluğu sezilen, gençliğini ne pahasına olursa olsun korumak için kendini yoran, vaktinden önce solmuş ince ve dimdik bir kadın. Asıl işlevi, içeri giren konuğun işlemden geçirileceği masayı bile kendisinin seçmemesini sağlamaktır. Hostesin nezaketi, bar fedaisinin onurunun öbür yüzüdür.” (s. 121)
Ama en çok da şu satırları doğru buluyorum: Adorno’ya göre konuklar da otel sahibi de efsunlanmış gibidir. Tüm personel “aslında kendisi değildir”; herkes -mış gibi yapar, sizi karşılayan genç kız yüzüne sanki bir gülümseme yapıştırmış gibidir.
Aslında otelleri konu edinen edebi eserlerden söz edecektim. Uzadı ama şunu söylemeliyim: Türk şiirinde oteldeki insanın ruh hâlini ve otel atmosferini en iyi dile getiren şiir bence Necip Fazıl Kısakürek’in “Otel Odaları”dır. Otel odaları bu şiirde, daracık odaları, isli lâmbaları, küflü aynaları, kırık masaları, oraya buraya atılan elbiseleri, izbe sofaları ve çıplak duvarlarıyla soğuk ve ruhsuzdur. Herkesindir ama aslında hiç kimsenindir ve kimseye ait olamayacaktır! Geçici ve kiralık. Oda, sanki bunu biliyormuş gibi sahte, umarsız ve duygusuzdur! O nedenle hem mekân hem konuk, birbirine yabancıdır. Oda konuğuna zoraki sarılır. Belki de bu tasavvurumu dile getirdiği için Kısakürek’in şiirinde en çok da şu dizeleri severim:
“Gelip geçen her yüzden gizli bir akis kalmış,
Küflü aynalarında, küflü aynalarında”
Bir de Yahya Kemal hatırıma gelir. Park Otel’de yersiz ve evsiz. Sermet Sami Uysal “İşte Gerçek Yahya Kemal” (İnkılâp ve Aka, 1972)’de kaldığı odadan zaman zaman bahseder. Sık sık karyolada otururken bulur onu, bir de bavullar. Karyolada oturmak ve bavullar, yersizliği, aidiyetsizliği ve geçiciliği ne güzel simgeliyor.
Necip Fazıl’ın şu dizeleriyle bitireyim. Kartalkaya’daki o ruhsuz otelde can verenlere:
“Ağlayın, âşinasız, sessiz, can verenlere,
Otel odalarında, otel odalarında!”