Turkuaz deniz firuze nehir

İstanbul Boğazı’ndaki renk değişimi birden herkesin ilgisini çekti. Kıyılardan gelip geçenler, vapurla yolculuk edenler birden dönüp baktılar bu canlanmaya. Her tür vurdumduymazlıkla mavisi elinden alınan deniz bambaşka bir havaya bürünmüş adeta yeniden doğmuştu. Medya konuyla yakından ilgilendi, uzmanları konuşturdu. Beklenen İstanbul depremiyle bir bağlantısının olup olmayacağını sordu. Sosyal medya ise bambaşka yönlerden yaklaştı, efsane ile gerçek, dedikodu ile hayal gücü at başı gitti. Felaket tellallığı ile dedikodu kazanı bilimsel açıklamalara yüz çevirmese de kendi dilini yaygınlaştırmaktan geri kalmadı. Ne oluyordu? Bir şey mi gelecekti? O gelecek olan şehri ve hayatı nasıl etkileyecekti?…

Şehirlerimiz nicedir hayatımızı kendimiz olarak sürdürdüğümüz özgün yerler değil. Kaotik toplanma alanları. Bir maddi bilinemezcilik panik beklentisiyle yumaklanmış halde. Her türden yığma duygusu bu toplanma alanı kavramını daha da belirginleştiriyor. Mekansal hafıza ve buna bağlı yaşama zenginliği renkli çoğulluğundan koparak aktüel olanın dar alanına sıkışıyor. Kimsenin aklına ne turkuaz geliyor mesela Boğaz denilince ne firuze. Mavi ise Oktay Rifat’ın ‘öyle kız gibi cilveli/ maviş/ mavi’ dediği türden bir cilve değil. Tek ve her şeyi kapatan bir sıfat olarak donuklaşıyor. Oysa İstanbul’u ve onun artık geçmişte kalmış kültürünü yaratan biraz da bu turkuaz ve elvanlı maviliktir.

***

Sanki atalarımız gökten ödünç aldıkları maviyi, mevsimlerin ve doğanın fırça darbeleriyle kendilerince yorumlamışlar, kumaştan çiniye, desenden cama, şiirden vitraya kadar pek çok alanda kendi zevk iklimlerini yaratmışlardır. Boğaz onlar için salt mavi değil, turkuaz ile firuze arasında farklı ton geçişleriyle süslenmiş bir varoluş geçididir. Türk sanatı, bir camiye (Sultanahmet) kendi renk mührünü basacak kadar özgündür de, bu özgünlüğü günün hırs binitleriyle dolaşan ihtiras ve güç tutkunlarına anlatmak beyhudedir.

Mai ve Siyah romanı (negatif mavi) başta olmak üzere edebiyatımız bir vesileyle bakar bu renk tayfına. Ahmet Hamdi Tanpınar, Abdülhak Şinasi Hisar, Haldun Taner, ‘mavi patıska’ benzetişli Vedat Türkali gibi pek çok sanatçı kültürün derinliğini hatırlar şehirde ve onun denizinde. Hatta Yahya Kemal, Tevfik Fikret ile hesabına ‘firuze’ üzerinden görür. Devrin her bakımdan ‘kapalı’ havasını sis metaforuyla anlatan Tevfik Fikret karşısında Yahya Kemal daha umutludur. Ve ne ilginçtir hem zümrüt hem de firuze kelimelerini birlikte kullanır. Zümrüt de Boğaza ve İstanbul’a renk ve sıfat olarak pek yakışır. Yeşil çalımlı mavi diyebiliriz zümrüde.

***

‘Bir devri lanetiyle boğan şairin Sis’i’ karşısında, ‘Som zümrüt ortasında muzaffer akıp giden, firuze nehri nerede’ diye sorduğu Boğaz’ın tam da kendisidir. Bu renkleri böylesine derinden ve bilinçle kullanmak için şüphesiz kültürle yoğrulmuş yüksek yaşam zevki gerekir. Yoksa mavi bir aktüel tabiat olayına indirgenir. Şehirleri, çoktan kent bloklarına dönüşen ve orada kültürü bir varoluş gerekçesi değil, bir gündelik yaşam efekti, bir maddi süs gibi görenler, elbette dillerindeki yaratıcı tasarrufları da göremezler.

Denizi, boğazı, salt maddi bir unsur olarak gören, onun varlığı ile kendi varoluşunu kültürel bilgi ile birleştiremeyen bir topluluk, elbette zümrüt, firuze ve turkuazı da arkaik bir unsur olarak görmekten kurtulamayacaktır. Hatta onları birer varoluş yorumu olmaktan çıkarıp sadece taşa ve maddeye dönüştürecektir. Oysa, Boğaz öteden beri tam da bu turkuaza büründüğü için İstanbul’u şehir yapmıştır. Eski İstanbul’un coşkun maviliği her bakımdan buradan gelir. Ve turkuazın geri gelişi belki de son bir uyarıdır. Doğanın dili bu denli yalın ve gerçekçidir.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.