Su barbarları ya da ‘su Allah’ın yüzünü görmüştür’
Uluslararası ölçekteki stratejik su savaşları bir yana asıl su savaşı nicedir içimizde veriliyor. Bir litre su fiyatının akıl almaz rakamlara ulaşması yetmezmiş gibi bir şişe su için istenen fahiş paralar herkesin sinirini bozuyor. Marketler, bakkallar, büfelerdeki su fiyatları zaten normalin üzerinde. Bazı cafe ve restoranların uyguladıkları fiyatlar ise başlı başına bir araştırma konusu. Fakat asıl kıyamet alameti havaalanlarında satılan sulara konulan astronomik rakamlar. Dışarıdan aldığınız suyu güvenlik gerekçesi ile içeri sokamadığınız için içeriye mahkumsunuz. O fiyatlar ise yapılan bütün açıklamalara rağmen ikna edici değil. Anlayacağınız su üzerinden ciddi bir barbarlık almış başını gidiyor. Hele bir de su bedellerini yurtdışındakilerle karşılaştırmaya kalkışanlar var ki, aşk olsun. Onların yerinde olsam bizim sularla yetinmem, İtalya’dan, Kanada’dan su getirtirim. Devlet de vergi alır bu vesileyle! Fakat nasıl oluyor da su üzerinden hem bu kadar yüksek paralar kazanılabiliyor hem de fiyatlar durmaksızın yükseliyor? Serbest piyasa ekonomisi ve rekabeti galiba en iyi su üzerinden işletebiliyor Türkiye. Su varlığımızın ve tabiatla kurduğumuz irtibatın dupduru bir karşılığı olmaktan hızla uzaklaşıp kelimenin tam manasıyla H2O’ya indirgeniyor. Ah, İvan Illich.
Oysa öyle mi? Su salt bir mal mı ve onun üzerinden insan sonsuza kadar dilediği gibi kar elde edebilir mi? Ölmez klasiğimiz Dede Korkut’ta ‘su Hak didarın görmüştür’ diye bir mısra var. Bu değerli şairimiz İlhan Berk tarafından ilhamla güncellenmiştir: ‘su Allah’ın yüzünü görmüştür.’ Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir’in İstanbul girişinde çocukluğunda, bir Arabistan şehrinde sıklıkla hastalanan ve her hastalık hummasına tutulduğunda İstanbul sularını sayıklayan bir kadından söz açar. O kadına göre İstanbul su demektir. İnsanın bir su damlasından yaratıldığı bilgisi konunun ne kadar metafizik çağrışım taşıdığını anlatmaya yetmiyorsa su içene yılan bile dokunmaz sözünün hiçbir karşılığı yoktur. Çocukken bir bardak su verdiğimiz yaşlılar ‘su gibi devletiniz aksın’ derlerdi. Sevdiği birisinin, anne veya babasının son nefesinde yanında olmak ve ona bir damla su vermek en içli arzusuydu insanların. Su ile başlıyor su ile bitiyorduk çünkü. Kötüler için ‘ölsen bir yudum su vermez’ sözü boşuna değilmiş. Böyle giderse kimse kimseye ölse bir yudum su vermeyecek. Öyleyse niçindi şu taçlı ve alınlı çeşmeler. Su kemerleri. Yollar boyu açılmış kuyular. Onlara şiirler düzen şairler. ‘Çoban Çeşmesi’, ‘Sebil ve Güvercinler’…Dicle, Fırat, Kevser ırmak değil mi? Kerbela’nın özü de su değil mi?
***
Her şey bu plastik şişelerle başladı. Şair çok önceden söylemişti oysa. ‘Halbuki korkulacak bir şey yoktu ortalıkta/ her şey naylondandı o kadar’. Naylon. Aşama aşama insanın beynini ve ruhunu da kapladı. İhtirasının muşambasına dönüştü. ‘Dest-busu arzusuyla ger ölsem dostlar/ Kuze eylen toprağım sunun onunla yâre su’ diyen şairi fuzuli mi okuduk. Hangi gerekçe ile bu beytin bir şiir şaheseri olduğunu kime söyleyeceğiz? Haydi bunları geçtiniz, ya ikide bir ayağa kalkıp heyecanla okuduğunuz, saçlarınızın dibi kızarıncaya kadar heyecanlandığınız ‘Sakarya Türküsü’ başka bir dilde mi yazıldı?
Denizler su değil mi? Onların her birini kim kirletti? Göllere ne oldu? Uzaylılar mı işgal etti? Su barbarlığı şimdi ticari bir dalga olarak herkesin iştahını kabartmayı sürdürsün Nuh Tufanı’nın su ile ilişkisi bir kenara bırakılsın. Sudan ucuz diye bir söz vardı o rafa kalksın. Orhan Veli’nin ‘acı su’ sözü geride kalsın. Koli koli, şişe şişe sular. Su yüklü kamyonlar. Su indirilen market önleri. Sıra sıra dizilen sular. Havaalanları. Cafeler. Restoranlar. Her yere sular yığılsın. Şiştikçe şişsin cepler. Sonra da…Barbarları bekleyelim…