Kendimizi güzelce kandırıvermek…
Böyle bir huyumuz, ne huyu böyle bir yaşama biçimimiz, ne biçimi bu tür bir hayat felsefemiz var; kendimizi bir güzel, güzelcecik kandırıvermek. Yok yok, olmadı, gördüğümüz şey gerçek değil. Olsa bile o kadar büyük değil. Abartacak, büyütecek bir şey yok, demek. Dışını çiçekli, böcekli desenlerle işlediğimiz içi taş dolu yastığı, kuş tüyü kabul edip uyumaya kalkışmak. Bak bak demek, bu yastık gördüğünüz gibi ne kadar da güzel, ne kadar da yumuşacık demek. Bir gerçekle karşılaştığımızda, bunu bir kader, bir doğal felaket, bir önlenemezlik olarak görmek. Böyle bir halimiz var işte, her işte tekrarlanan. Her işe her şeye sinen. İlk fırsatta, bir güzel, bir güzelcecik, bir kolay tarafından kendimizi kandırıvermek. Düşen çocuğa düşmediği, burnu kanayan adama burnunun kanamadığını, yanan ormana ormanın o kadar da yanmadığını, yıkan depreme hafif demek. Demek oğlu demek.
Beklenmedik bir olayla karşılaştığımızda onun sebepleri ile değil sonuçlarını nasıl bertaraf edeceğimiz üzerine yoğunlaşıyoruz çokça. İlk refleksimiz savunmaya geçmek, ucu, olan şeyi normal görmeye kadar giden bir duygu diline bürünüyoruz. Kaza diyoruz, trafik kazası olur. Adam diyoruz, kadını döver. Öğretmen diyoruz öğrenciyi azarlar. Polis diyoruz, vatandaşa ‘kaldır lann kollarını’ der, ne var ki, bunda ne var ki… Sonuçları da aklımızla değil duygularımızla değerlendirdiğimiz için gerekenden fazla, emek, para, zaman ve yüksek enerji harcıyoruz. Bireysel hayatımızdan kişiler arasındaki ilişkilerimize, toplumla kurduğumuz irtibata, hatta yönetme ve yönetilme biçimimize kadar böylesi bir tabiatımız var. Geçmiş dünyadan gelen her şeyi tevekkülle karşılamanın sarıcı, sarmalayıcı bir yanı elbette inkar edilemez. Bunu kimse inkar edemez ama bu durumu makul, sürdürülebilir ve bir görüşe dönüştürmek, sonuçta ikiyüzlülük yanında, bir türlü engellenemeyen yanlışlıklar zincirine zemin hazırlamak anlamına geliyor. Tevekkülü kendi seviyesinden indirip bir tembellik, iş bilmezlik, sorumsuzluk çizgisine çekmek de aynı tutumun sonucu; kendimizi güzelce kandırıvermek.
Neden yapıyoruz bunu, neden bunu ısrarla, döne döne, bıkmadan sürdürüyoruz. Eğitim hayatımızda, ekonomide, şehircilikte, sporda, hasılı hayatın aktığı, insanın nefes alıp verdiği her yerde, neden yaşatıyoruz bu sonu gelmez, derde deva getirmez, insanı kaldırmaz, toplumu ilerletmez, yolu ışıtmaz, aklı geliştirmez davranışı neden elden bırakmıyoruz? Tarihçi, edebiyatçı, psikiyatr, sosyolog, gazeteci, düşünür, eğitim bilimci, okuyup yazan, düşünüp tartışan zihinler, ne derler bu konuda? Böyle bir bakışları, böyle bir dertleri var mı? Büyük yıkımlardan sonra gelen bir tür kendini koruma, hayata bu yolla tutunma çabası mı bu? Diyelim ki böyle, bir süreliğine, geçici de olsa, buna ihtiyaç var. Hepten dağılıp gitmekten, un ufak olmaktansa, gerçekten kopmanın, hayale kapılmanın faydalı bir yanı var. Ancak, bunca zaman sonra, bunca tecrübeye ve bunca değişmeye rağmen aynı mirası mülk edinmenin antropolojik sebepleri olamaz mı?
Cemiyeti yönetme iddiası taşıyan kolektif akıl, hele o, hemen ilk fırsatta, her hal ve şartta mutlak geçerli bir kurtarıcı, her kapıyı açan maymuncuk, her derde şifa ilaç gibi onu devreye soktuğunda, eline geçirdiği her gücü bunun için harcadığında, ortada daha büyük bir soru, sorun, trajedi, yalan, hakikatsizlik, riya ne derseniz deyiniz bir tuhaflık yok mu? Birkaç tekrar, birkaç tecrübeden sonra, akıl duygu ile kol kola girip bu kendisini kandırıverme hastalığından kurtulamaz mı? İnsan erdemi, aklı, ahlakı, duygu gücü buna yönelemez mi? Bu mümkünken, başka yönde ısrar, başka bir gerçeği yüzümüze vurmaz mı?
Başta insan hataları, yetersizlikleri olmak üzere bütün eylemlerin makul ve anlaşılabilir ve eğitim yoluyla giderilebilir çözümleri her zaman vardır. Ama devlet ve toplum çehresine bürünmüş, kamusal gücü ve kaynakları, ortak manevi değerlerle perçinlemiş bir zihniyet yapısının, günümüz dünyasında kalıcılığı yoktur. Açık toplum, özgür toplum, canını sıkan, içini acıtan, maddi olarak yıkım getiren, düzen bozan olaylar karşısında da kandırma ve yok sayma diliyle değil, sonuna kadar gerçeğe bağlı özgüven diliyle konuşur. Konuşmalıdır.