Havuz Başı Beyazıt Meydanı
Türkiye kültürsüzlüğünün tipik göstergelerinden birisidir Beyazıt Meydanı’nın mevcut hali. Şehrin sembol noktalarından olmasına rağmen öteden beri bir türlü hak ettiği düzene kavuşamamış / kavuşturulmamıştır. 1950 sonrası şehirlerin yaşadığı bozulmayı, kimliksizliği bu noktadan okumak mümkündür. Oysa Anadolu’dan gelen her gencin rüyasını biraz da o süsler. Tarihi üniversite kapısı nice zaman üniversiteye girişin simgesi olmuş, nice gencin aklını başından almıştır. Beşir Ayvazoğlu’nun anıt eseri ‘Üçüncü Tepede Hayat, Beyazıt Meydanının Derin Tarihi’ni okuyan birisi, buranın sadece bir meydan değil, İstanbul denilen şehrin geçmişi olduğunu da anlayacaktır. Sait Faik’in ‘Havuz Başı’ öyküsüyle, bir edebiyat öznesine dönüşmüştür ayrıca. Ne var ki özellikle Adnan Menderes’in kara gözlüklerinin arkasında başlayan yıkım seslerinden beri, Laleli’den Aksaray’a doğru akan sadece bir fiziki değişimi başlatmaz aynı zamanda bir fütursuzluk geleneği de kurar. İstanbul’u ‘fetih müjdesi’ ile söz ve hamaset cilasına boğanlar, iş onu korumaya ve kişiliğini yaşatmaya geldiğinde vandalizm denilen eylemin en acımasız öznesine dönüşürler.
Onyedi yaşımdan beri bir vesileyle Beyazıt Meydanı’nından geçiyorum. Hatta şehri yaşamaya koyulduğum noktalardan sayıyorum burayı. Her geçişimde hem hayıflanıyor hem de içimde kabaran isyanı zor bastırıyorum. ‘Nasıl, nasıl olur da böylesi bir meydan, her bir köşesi semboller ve yaşanmışlıklarla yüklü bu alan bu denli sahipsiz bırakılır. Şurası, Beyazıd Camii değil mi? Osmanlı manevi külahı burada belirmedi mi? O camide dinlemedi mi Yahya Kemal kitap okumayın sakın diyen vaizi? Eteğinde vaktiyle Küllük Kahvesi yok muydu onun? Türkçenin bütün zekaları, Neyzen Tevfik’ten Neyzen Aziz’e değin heccavlar, meczuplar, şimşek adamlar, o duvara yaslanmamış mıydı? En değerli kitapların saklandığı kütüphaneye ne demeli? Ya, eşsiz hat eserlerinin toplandığı müze? Ya binlerce gencin heyecanı ile dolan meydan. Eylemler, sloganlar? Çınaraltı? Orada oturup çay kahve içmiş şairler, yazarlar? Akla hayale sığmaz nesnelerin satıldığı tezgahlar? Sonra, bir varlık çenesi gibi onu tamamlayan Sahaflar Çarşısı. Arkadaki gizli hazine Hakkı Tarik Us Kütüphanesi. El ele tutuşarak geçmedi mi nice aşık bu meydandan? Tanrıya yakarıp düzene başkaldırmadı mı? Ya o eski kartpostallar? Eski fotoğraflar… İstanbul’un nasıl olup da bir şehirden bir taşra alanına dönüştüğünü görmek için ondaki bu değişimi izlemek yeterlidir aslında.
Kaç kez yazıldı, nice dille onun yaşadığı kültürel kuraklığa dikkat çekildi. İnadına, sanki inadına, bir şeylere hınç duyarcasına Beyazıt Meydanı sahipsiz bırakıldı. Betona, yoz bir renge teslim edildi. Bir süre ortasına naylon çağrışımlı kitap fuarı bile konuldu. Oysa bu meydan, ufkuna baktığı Marmara Denizi kadar, yan sokakları, yan kolları ile, damar damar bir kalp görünümündedir. Bir de hiç kimseye benzemez, ne Bizans, ne Roma, ne Osmanlı tek başına ona mührünü vurabilir. O tıpkı, muhtemelen kat kat altında sakladığı nice kültür ve medeniyet gibi, zaman denilen klasik eserin tam da kendisidir. Sağa sola savrulmuş kalıntılar kolayca kendisini ele vermez. Ancak, bir Beyazıt Meydanı her zaman vardır.
Beklenirdi ki özellikle son yirmi yıl içinde Beyazıt Meydanı, kültürel kimliği sahiplenişin ve oradan özgün bir yeni hayat alanı inşa edişin sembolü olsun. İştahı kabardıkça kabaran rant ve iktidar avcıları ondan elini çeksin. Her geçtiğimizde içimizi yakan manzara bir an önce kaybolsun! Ne gezer! Belediyenin kontrol ettiği bir araba parkı sirki, yetmedi, işportacıdan turist yaygaracılığına, yönünü ve rengini yitirmiş bir ölü alan.
Son aldığımız haberlere göre, İstanbul’un yeni belediye başkanı Ekrem İmamoğlu, yardımcıları ile beraber bu meydanı gezmiş, yetkililerden bilgi almış sonra da mevcut görüntünün kabul edilemezliğini ilan etmiş. Hatta, Turgut Cansever’in hazırladığı projenin hayata geçirilebilmesi için ailesi ile temasa geçildiğini duyurmuş. Bu hamleyi alkışlamamak ve böylesi bir dikkat karşısında sevinç duymamak imkansız.
Umulur ki, vaktiyle CHP zihniyetinin çok yıktığı ve bu yönüyle muhafazakar zihinden hiç ayrışmadığı (bakınız İbrahim Paşa Sarayı meselesi bakınız Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yazısı) İstanbul, adım adım rant ve vandalizmden kurtulur. İstanbul’u çepeçevre dolduran materyalist iştihanın ağzındaki lokmalar bir bir düşer.
Sait Faik’in hikayesindeki havuz geri gelir, hatta bu öykünün mini bir minyatürü bile yapılabilir. Dünyanın önde gelen şehirleri, bünyelerinde taşıdıkları tarih ve kültür derinliğiyle kimliklerine kavuşurlar. Her bakımdan ‘kuruluş’ öyküleriyle dopdolu bir şehir, Beyazıt Meydanı’nın yeniden kuruluşu ile bir geri dönüş mitosu yaratır. Bu umut heyecan duymaya yetmez mi?