Düşmanımız fotoğraf

Az önce kusmuş gibi çocuk. Artık ona bebek diyemeyiz. Bebek olsa, bu denli etkili olmayacak zaten fotoğraf. Bir bebeğin dünya ile kurduğu imgesel temas ile çocuğunki bir değil. Henüz buraya, dünyaya ait sayılmaz bebekler. Biraz durmak, en azından ayağa kalkıp adımlamasını beklemek gerekir. İşte öyle, az önce dünyaya dair ne varsa içinden çıkarmış ve bir deniz kıyısı etkisi yaratmış gibi çocuk. Sağ yüzü hafiften bu kusmuğa gömülmüş, sol yüzündeki kapalı gözünün karanlığı inebildiği kadar iniyor bakanların yüreklerine. Kırmızı kısa kol tişörtü ve kısa mavi pantolonu yolculuk için alındığı çok belli minik spor ayakkabıları ile görsel bir uyum oluşturuyor. Sosyal medyaya, haber ajanslarına ilk düştüğü anda bu acının uyumu sarıyor herkesi. İpek ağ gibi serpilmiş deniz zehriyle. Fotoğrafı çekene de sonradan ödül veriliyor bu yakalayışından dolayı. Ayrıca bir tarafı daha var fotoğrafın, hemen sağda, devleti ve yaşamı temsil eden sırtı dönük bir asker var. Sanki elindeki kağıda bir şeyler yazıyor, not alıyor. Öylesine çaresiz ve donuk ki, yüzünü bize dönse yine fotoğrafın büyüsü bozulacak her şey sıradanlaşacak. Bu haliyle de, suçlunun sırttan yakalanması, teşhis edilmesi imgesini kabartıyor bu ayrıntı. Oraya sonradan gelmek, önleyici olma sorumluluğunu silemiyor çünkü. Sen, ben, o hepimiz, insan, insanlık, çağ, ne varsa işte, orada tutuklanıyoruz. İşte tam da burada benim düşmanlık dediğim, fotoğrafın düşmanlığı dediğim durum açığa çıkıyor. Herkesin vicdanı sızlıyor, acısı katlanıyor, isyanı diline vuruyor. Ama, ‘başkasının acısı’ olarak.

***

Her iyi fotoğraf içerdikleriyle değil dışarıda bıraktıklarıyla değer kazanır. Eylemin iradesini ele geçirmek, dışarıda, hemen çevremizde olup bitenleri, bir fotoğrafın uzayına sığdırmak, sonra da bir sünger gibi, insan olmanın önlenemez iradesini kısırlaştırıp olup biteni farkında olmadan meşrulaştırmak yönüyle düşmanımız oluyor o fotoğraf. Her yere giriyor, herkes paylaşıp konuşuyor. Ancak, geçmişte her iki dünya savaşı başta olmak üzere Sibirya’dan Vietnam’a, Halepçe’den Filistin’e fotoğraf yoluyla kitlesel bir ‘uyuşum’ yatağına dönüşen fotoğraf adeta tarihsel pornografinin uzayı oluveriyor…

***

Son bir haftadır benzer bir fotoğrafla karşı karşıyayız. Bu kez doğanın dışında, bir ambülansın içinde, geçirdiği şok sebebiyle, bu dünyadan çıkmış, yine bir çocukla karşı karşıyayız. Çıplak ayakları, teni, saçı ve zaman dışına çıkmış elbisesiyle tek renk olmuş bu varlık, sanki bir vahşi gerçekliğin organik bir dışa vurumu, çığlığı, sesi, konuşması değil de uzun zamandır vizyona girmesi merakla beklenen bir Hollywood filminin afişi gibi gözüküyor. Fotoğraf yine büyük ustalıkla bağlı bulunduğu çiğ ve vahşi gerçekliğin boyutlarını o kadar dışarıya çıkarıyor ki, kaçınılmaz olarak kolektif vicdan, acıma duygusu, isyan ve çaresizliği teslim alıyor, kendi içsel şiddetini görsel aleme dayatıyor böylelikle, yüksek estetik altında yüksek bir ilizyonu doğuruyor.

***

İki fotoğrafı ceplerine koymuş ve yan yana bilmedikleri bir yöne yürüyen iki baba düşünelim şimdi. Kim bu iki babadan birisi olmak ister? İlk çocuğun kıyısına vurduğu denizden bir yudum tuzlu su içmek mi daha gerçektir o fotoğraf mı? Ya, ambulansa ‘atılmış’ çocuğun o yokmuş gibi gözüken binlerce yıllık bakışı. Yani onların ismi sadece Aylan ve Ümran mı? Bu kadar mı?

YORUMLAR (3)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.