Ben hep buradaydım…

Arsız, yine çenesini düşürmüş dik dik soruyor bana, neredeydin? Kaşımı bile kaldırmıyorum. Dün geceki yağmur toprağı iyice ağırlaştırdı. Düşkünün, yetimin evi su dolmasın, çaresizin bostanı sürüklenip kaybolmasın diye şu bir karınca ile anca yarışır cüsse ile ellerime güvenerek yola koyuldum; rüzgara, bulanık suya yalvarıp dil döktüm. Uykuya yenik düşmeseydim sahibini bilmediğim evlerin eşiğinde sabahlar, belki bir ihtiyacı olan çıkar diye gafletle savaşırdım. Gel gör ki o küflü ses şehvetini bir kat daha artırıyor, bu kez acı ve yakıcı nefesini duymamı istercesine daha da kulaklarıma yaklaşıp soruyor, neredeydin?

***

Bunlar böyledirler ve bunlar hep böyle olurlar. “Korkağın her daim kervanın en önünde gitmesi” benzeri kılavuzluk anahtarıyla dolaşırlar. Issız bir sokaktan aman başımıza bir şey gelmesin diye asla geçmezler. Akıllarına bir an bile bir çaresizin oraya sığınabileceğini, değil uzanan bir ele bir ayak sesine bile muhtaç olabileceğini hayal edemezler. Başı önde “yeryüzünde garip bir yolcu gibi” geçeni şaşkın, akılsız, rüyasız sanırlar. Dünden bir gün evvel saptığım karanlık sokaktan sağ salim çıktığımı nereden bilecek o, elinde bir gümüş zincir, dişleri arasından sordu yine, neredeydin?

İlk karmaşada kaş göz arasında başkasının toprağını çevirip mal mülk sevdasına düşenleri insanlık her zaman gördü. Yağmacılık kadar basmacılık da eski ve kârlı bir meslek. Ellerini bellerine koyup yanlarına da benzerlerini koşup eli sopalı, ağzı eşkıya bıçağı bunca nevzuhur adam nereden gelir diye de hiç şaşırmadık. Bu topraktan çatılmış hisar nice hücum nice baskın gördü de insan dişinin çiğneyeceği en korkunç etin kardeş hakkı olduğunu bildiğimizden dolayı döndük de hep aşka inandık biz. Şiiri yücelttik. Yoksulu gözetip hayreti çoğalttık. “Ehli diliz felekte belamız budur bizim”. Şu sultan özentili şaklaban, eteklerini sürüye sürüye tekrar yanıma yaklaşıp da bana neredeydin diye soruyor. Öfkelenip bir talaş kül bile atmaya değmez. Kuşlar ürker diye düşünmeli.

Biz bu bahçeye geldiğimizde herkesi çalışır bulduk. Ağaçlar, kökler, rüzgâr, güneş, kuş, su sızıntısı, börtü böcek, yaşlı, kadın, erkek toz duman arasında öylesine dalıp gitmişlerdi ki emeğin inanç iklimine, kollarımızı sıvadık; bir an alnımızı sildik ve biz de dinlenmek nedir hiç düşünmeden, bize hangi ağacın meyvesi düşer hesap etmeden çalışmaya koyulduk. Yorulmayı zevk belledik. Gece bağa gelen yabanın tilkisini bile nimet bildik. Uzaktan öten hüthüt ile akşamın alacasında takla atıp gün deviren kırlangıcı da öyle. Baktık ki daha dün bahçemizin kapısına bir yokluk ve yardım diliyle el açıp gözlerimize bakanlar, bahçenin gölgeliğine koyulmuşlar, ellerinde kağıt kalem, hesap kitap içinde çetele tutup sorarlar, neredeydin? Alnım bir an bile gerilmez, gerilmedi benim.

***

Bir kez olsun Nusaybin sıcağından Çağ Çağ Deresi boyunca yeşillik saltanatının sularına ram olmadan geçmeyenler bize kuru, çatlamış toprağın tapusunu sorarlar. Gümüşhane “Harşit”i bir gece yorganımız bile olmuştur terden, nereden bilsinler. Düşe düşe indiğimiz sis bürümüş dağlar, başağını altın sayıp yerden topladığımız topraklar da çizdi tenimizi. Ne malın derisini soyduk ne güç, kas, kasasında kâğıt yaktık.

Metro duraklarının birisinde, dip kuyuda kalmış Yusuf misali bir saksafon sesine tutunmuş yokluğun gençlik dalgasına gülümseyip geçtim. Yatacak yer arayana mermer de çaredir. Başkasının yatağına kurulup da soy, nesep davası güdenler, beton yüksekliklerde inanç şurubu içenler, bu gidişle tekrar ve hep soracaklar, neredeydin?

YORUMLAR (2)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
2 Yorum