Bayram sabahında bir an…
Sezai Karakoç’un ‘Sabahleyin ilk çay gerçek çay/ Ondan sonrası zamanın suya bulanmışı’ mısralarını anmanın tam vaktidir. Bir bayram sabahının ilk anları, idrakimizin kanatlarının sonuna kadar açıldığı, nefes alıp verdiğimiz bu maddi alemle birlikte şuurumuzun bir kanat çırpışıyla o ana değin hiç yaşamadığımız bir başka ana geçişimize de karşılık gelir. Şüphesiz her yeni gün başlangıcında bu hamle göz kırpıp kucak açar bize. Ne var ki bu anlar tekil yanımıza aittirler. Bayram sabahında bu tekil anımız ailemiz, sevdiklerimiz, toplum ve insanlığımıza doğru dalga dalga genişler, bizi çok tuhaf biraz uyuşturucu ama mutlak lezzetleri olan bir bahçeye çıkarır. İnsan olmamızın bu dar, kısa, anlık anında çok geniş bir aydınlığa adım atıp ferahlarız. İçimize çöken ürperti bir daha geri gelmeyecek olanı ölüm gibi derinden duyuşumuzdan kaynaklanır.
***
Bu ana benzer zihin ve idrak uyuşmalarını birer vecd akını gibi yaşadığım zamanlar oldu bayram sabahının bir anına şahit. Mesela, yaklaşık bundan bir yirmi yıl evvel belgesel çekimleri için çocukluğumdan beri rüyalarımı kanatlandıran Fergana Vadisi’ne gitmiştik. Henüz, Semerkant, Buhara gibi yeryüzü taçlarını görmüş de değildim. Özbekistan’ın başkenti Taşkent’ten güç bela kiraladığımız bir araçla uzun süre yol gitmiş ve gece yarısı Namangan şehrine varmıştık. Yorgun bedenlerimizi çaresiz konaklayacağımız eve ancak atmıştık. Sabaha karşı, kendimi bir ateş bahçesinin içinde yanarken duydum. Uykuda, her yandan tutuşan dallar beni sarıyor sonra bilmediğim uzaklara taşıyorlardı. Günahlarım, bu henüz gündüz gözüyle bahçelerini görmediğim şehrin ağaçlarından tutuşan ateşle mi beni terbiye ediyordu?…
Birden uyandım. Erken doğan güneş tam yatağımın karşısındaki pencereden bütün ateşiyle içeri doluyor yetmedi bir kanadı açık pencerede yansıma yapıyor böylelikle ısı katlanıyordu. Şükrettim ki dünyadayım. Kalktım. Diğer arkadaşlarım çok derin uykuda. Diğer kapılara, pencerelere gittim. Sabahın ilk seslerine sığınmış zamanın ve şehrin ruhunu duymaya çalıştım. Bir kadın sesi yükseliyordu yakından, ince. Yaktığı ateşten yükselen dumanın kokusu içimde tatlı bir haz bıraktı. Bildik bir kokuydu çocukluktan. Kerpiç duvarlar yükseliyor ve evleri kuşatıyordu. Çeşit çeşit ağaçlar. Bir Orta Anadolu şehri sanki. Daha daha, daha bakir, kimsesiz, hiçbir şeye benzemeyen ve hiç tekrarlanmayacak sadece şuurumun kuyusunda uyuyacak bir şey yok muydu?
***
Tok ! Took! Tok! Kapı vuruluyor. Bu saatte? Kim? Polis mi? Diktatör Kerimov’un sivilleri kontrole mi geldiler? Ama niye böyle düşünüyorum? Burnumdaki koku! Tok! Ama ben yabancıyım? Birden açtım kapıyı. Karşımda esmer, kalem gibi, uzun boylu, sert yüz çizgileri. Elmacık kemikleri. Boynu uzun. Gözleri bin yıl derinden bakıyor. Kafasında bir zarif kalpak. Sivil giyimli. Temiz ancak fakir. Belli. Bıyıkları tütünden hafif sararmış. Keskin ve net bir Türkçeyle: ‘Ben burada yaşayan bir Mesket Türklerindenim. Duydum ki siz, dün sabah İstanbul’dan konuk gelmişsiniz! Bu kaymağı sabahleyin sizin için yaptım. Yeyiniz!’. Döndü ve sanki hiç böyle bir şey olmamış gibi ruh oldu, kayboldu.
O adam benim bayram sabahımın bir anında denizin çok derininden duyulabilen boynumu teslimiyet halkalarıyla donatmış hilkat şefkatinin ışıltısı gibi parlayıp durur. İnanıyor ve hep inanmak istiyorum ki, Tanrıdır bayram sabahının bir anında yanımızda duran. Bizi var olmanın lezzetiyle kuşatıp uyuşturan. Sonra herkes uyanır. Saatin ölçülebilir bulantısı başlar.