Yerlilik tartışmalarında unutulan ontolojik boyut
Türk edebiyatının yerliliği, millîliği meselesi, Türkçülük düşüncesinin güçlenmesine paralel olarak yoğun biçimde ilkin 1911’de çıkan ‘Genç Kalemler’ dergisinde gündeme geldi. Hâkim görüş, Divan edebiyatının İran ve Arap, Servet-i Fünûn edebiyatının ise Batı taklitçisi olduğu, Türk edebiyatının yabancılaştığı yönündeydi. Amaç, ‘öze dönmek’ti. Millî Mücadeleden sonra kurulan yeni rejim de ‘yabancılaşma’ iddiasını sürdürmüş; Divan edebiyatını özden kopuk kozmopolit bir ‘saray edebiyatı’ olarak görmüş, yerli kültürün halkta yaşadığını ileri sürerek, çağdaş edebiyatımızın halk kültürüne yönelmesi gerektiğini savunmuştur.
Peki sonunda ne oldu? Yerli ve millî bir Türk edebiyatı oluştu mu? Bence hayır!... Aksine daha çok Batı etkisinde kaldı; daha çok yabancılaştı. Ve neticede bu tartışma her alanda hâlâ sürüyor…
Bu tartışmanın bitmeyişinin sebeplerinden biri de, tüm tarafların, edebiyatımızın yabancılaştığı iddiasıyla ‘asla/ öze dönme’yi savunmasıdır. Peki nereden kopulmuştur veya dönülmesi gereken öz nedir? Bu soruya cevap bulunsa, hem dönülmesi gereken yerli/ millî kaynak bulunacak, hem de yerli edebiyatın ne üzerine bina edileceği anlaşılacaktır. Ancak asıl muğlaklık tam da burada. Çünkü herkesin kendine göre tanımladığı bir öz/ asl var; dolayısıyla ‘yerlilik/ millîlik’ anlayışları farklı… Meselâ Ziya Gökalp ve Ömer Seyfettin’in ‘millîlik’ anlayışı, İslâm öncesi kavmî köklere ve halk kültürüne uzanıyor. İnkılâpçı aydınların öze dönüş anlayışında ‘Osmanlı’ya ve dine yer yok. Yahya Kemal, Türklerin Anadolu’yu vatan kıldıktan ve Müslüman olduktan sonraki dönemini temel alıyor ve yerli/ millî edebiyatımızın ‘asl’ının haşre kadar sönmeyecek ve elden ele devredilecek ‘şi’r-i kadim’imiz olduğunu savunuyor. Kemal Tahir de sık sık ‘yerli edebiyat’tan, bize özgü bir romandan, bize özgü bir toplumsal yapı ve dramdan bahsediyor. 1940’lardan itibaren ‘Büyük Doğu’, ‘Diriliş’ ve ‘Edebiyat’ dergisinde gelişen İslâmcı düşüncenin de kendine özgü bir ‘yerli edebiyat’, ‘yerli düşünce’ anlayışı var. Meselâ Nuri Pakdil, ‘Kalemin Yükü I’ başlıklı yazısında; “Ülkemiz batıya yöneleli beri, edebiyatımız koptu yerli düşünceden, yerli duygudan…” der ve asıl amaçlarının “Edebiyatımızı yeni bir alana, bakışa, genişliğe, yerliliğe…” kavuşturmak olduğunu söyler. Âkif İnan ‘Edebiyat’ çevresinin bu düşüncesini; “1969’da Edebiyat Dergisini çıkarırken ‘Yerli Düşünce’ diye bir slogan edinmiştik kendimize. Bu lafın icatçısı Nuri Pakdil’di. Yerli düşünceden muradımız, kendi uygarlığımızdı.” sözleriyle açıklar. Belli ki onların yerlilikten anladığı da ‘İslâm uygarlığı’dır…
Hâsılı ‘yerlilik/ millîlik’ konusunda görüşler farklı… Ama hepsi ‘yerlilik’ kavramına sadece sosyolojik açıdan yaklaşıyor. Bu da bir vakıa elbet; doğduğu/ yaşadığı vatan, mensup olduğu millet ve kullandığı dil, insanı bir ‘kültür’e ait kılıyor. Lâkin bundan önce tüm insanların ontolojik anlamda ait olduğu bir ‘elest meclisi’ var. Mevlâna’nın ney metaforuyla dile getirdiği üzere insanın gerçek ‘vatan’ı orasıdır, bu dünya bir ‘gurbet’tir. Dolayısıyla ‘yabancılaşma’ ve ‘yerlilik’ kavramlarını önce ontolojik bağlamda tanımlamak lâzım. Dünyada kendisinin de gurbetinde olan insan, bu kopuş nedeniyle sürekli öz mekânını, asıl cevherini arar. Nitekim ‘Mantıku’t-Tayr’ ve ‘Hüsn ü Aşk’ gibi eserler bu bağlamda bir kendini arayış, ‘öze dönüş’ öyküsüdür; dolayısıyla ilk düzlemde, ontolojik anlamda ‘yerli’dir!..
Hasılı çağdaş Türk edebiyatında –hatta İslâmî hassasiyete sahip edebiyatta da- ‘yerli’ ve ‘yabancı’ kavramlarının metafizik/ ontolojik boyutunun ıskalandığı kanaatindeyim. Türk edebiyatında yerlilik tartışmalarına önce buradan başlanmalı!...