Sükûtî Mehmed Paşa’dan organik aydına…

Kanaatimce Türkiye’nin geçmişte de günümüzde de en önemli sorunu, gerçek anlamda ‘entelektüel’lere ve entelektüel ruha yeterince sahip olmayışıdır. Bunda Yahya Kemal’in deyişiyle, devletin ‘uysal ve uslu bende’ isteğinin büyük payı var. Yeri gelmişken Beyatlı’nın Siyasî Hikâyeler kitabındaki “Damad Mehmed Paşa” başlıklı yazısında bu sorunu alaysı bir dille anlattığını söylemeliyim. Söz konusu yazıda şair, Bostancıbaşı Ârif Efendi’nin oğlu Damad Mehmed Paşa’nın ikbal merdivenlerinden nasıl ve hangi becerileriyle çıktığına, böylece bizde yükselme ve itibar için kişide hangi hasletler arandığına işaret eder. Çocukluğundan beri öğrenme kabiliyeti ve anlayışı kıt, suskun, zekâ bakımından sorunlu bir kişidir Mehmed Paşa; bir zaman özel hocalığını yapmış Neşet Efendi’nin deyişiyle ‘sükûtî, hem de çok sükûtî’dir. Osmanlı devlet/ bürokrasi/ siyaset geleneğinde aranan, itibar gören ideal insan tipinin “daima sükût eden, gülüp güldürmeyen, ağırbaşlı duran”lar olduğunu iyi bilen Neşet Efendi, öğrencisinin de ikbal merdivenlerini hızla çıkacağını tahmin eder. Ve sonuç tam da beklediği gibidir: Mehmed Paşa, o ‘vakurâne sükûtî’liği sayesinde devletin zirvesine çıkar; lakin tüm ömrünü “kâh Üsküdar’daki, kâh Yerebatan’daki sarayında Saliha Sultanı’yla geçirir (…) Devlete bir vazife görme[z].” Neşet Efendi, buna karşılık nice zeki, cevval, iş bilir kişiler vardı ki, “ya menfâlarda çürüdüler, yahud da cellâd elinde can verdiler.” diyor. Ve yazı “Devlet, uysal ve uslu bendeler ister” cümlesiyle bitiyor.

Yahya Kemal’in yazısından hareketle şunu söyleyebiliriz: Söz konusu egemen anlayış aileden başlayarak, siyasete, bürokrasiye ve tüm topluma yayılmış, kişilik oluşumunu ve gelişimini bastırıp susmayı değerli kılmış ve insanı hizaya sokup anonimleştirmiştir. Tabii bu ‘sükût hâli’ Cemil Meriç’in deyişiyle “kurulu düzeni savunmak” anlamına da gelir (Mağaradakiler, s. 254). Oysa gerçek entelektüel “statüko karşısında daimî bir muhalefet hâlindedir” (E. Said, Entelektüel, s. 24). Kanaatimce ülkemizde ‘entelektüel ruh’un oluşmasındaki en büyük engel, Yahya Kemal’in işaret ettiği bu ‘bende’ anlayışıdır. Çünkü sonuçta bürokraside, siyasette, sanatta, akademide tıpkı Mehmed Paşa gibi ‘susagan’ ve bunu ikbale dönüştürmek isteyen kişiliksiz bir güruh ortaya çıkıyor. Böyle bir toplumsal yapıdan, Benda’nın deyişiyle; “Benim krallığım, bu dünyanın krallığı değil” diyen; yani “maddi avantajlar edinme, dünyevî güçlerle yakın ilişkiler kurma” gibi kaygılardan uzak ‘hakikatperest’ aydınlar çıkmaz. Ya ne çıkar? Gramsci’nin deyişiyle “Bir deterjan ya da hava yolu şirketinin pazardan daha fazla pay kapmasını sağlamak için teknikler geliştiren günümüz reklamcısı ya da (…) demokratik bir toplumda olası müşterilerin rızasını kazanmaya, tüketicinin ya da seçmenin düşüncelerini yönlendirmeye çalışan” organik aydınlar çıkar!.. En önemlisi, böyle bir toplumda ‘eleştiri’ olmaz. Eleştirinin olmadığı yerde entelektüel olmaz, düşünce gelişmez! Çünkü Cemil Meriç’in dediği gibi; “entelektüelin ilk vasfı tenkitçiliğidir” (Jurnal 2, s. 213).

Şimdi içtenlikle kendimize soralım: Bugün sanat ve edebiyatımıza, medyaya, asıl amacı ‘tüketicinin ya da seçmenin düşüncelerini yönlendirmek” olan, sanat-edebiyat ve siyaseti bir ‘dayanışma ve reklâm platformu’na dönüştüren ‘organik aydın’lar egemen değil mi?

Uzatmayayım. Adorno der ki; “Muhtemel avantajlara dikilmiş göz, bütün insan ilişkilerinin ölümcül düşmanıdır…” (Minima Moralia, s. 34) Entelektüelin ve sanatçının da en büyük düşmanı budur!.. Bir entelektüel, şair/ yazar, ‘muhtemel avantajlar için’ mi yazar ya da susar?..

YORUMLAR (7)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
7 Yorum