Şiir yazmak öğretilebilir mi?
Resim ve heykel yapmak, şiir, roman ve öykü yazmak, öğretilebilir mi? Gittikçe çoğalan “sanat atölyeleri” ve “yaratıcı yazarlık” kurslarına bakacak olursak, bu mümkün!
Doğrusu ben öyle kurslara gidilerek şair, yazar, ressam, heykeltıraş, bestekâr, müzisyen olunabileceğine inanmıyorum! Ama elbette bu alanlarda insana öğretilebilecek birtakım bilgiler var. Meselâ, şiirde kafiyenin ya da veznin ne olduğu, nasıl uygulandığı, bazı anlatma teknikleri vb. öğretilebilir. Bunu bugün bilgisayarda dahi programlayabilir, bilgisayarınıza bir komutla vezinli ve kafiyeli mısralar dizdirebilirsiniz! Ama sadece bu bilgi ve becerileri öğrenmek/ uygulamak, insanı; hatta bilgisayarı “sanatkâr” yapmaya yeter mi? Düşünsenize bilgisayarınız size, programlandığı üzere, kafiyeleri ve vezni kusursuz bir “Leyla vü Mecnun” mesnevisi yazmış, sonra da tıpkı Fuzûli gibi; “Mende Mecnûn’dan füzûn âşıklık istidadı var/ Âşık-ı sâdık menem Mecnun’un ancak adı var” mısralarıyla, “gerçek ve sadık âşık” menem diyor!.. Hakikaten kurslara gidilerek veya bilgisayar gibi programlanarak “âşık-ı sadık” olunabilir mi?
***
Şaka bir yana, şairlik –genelde sanatkârlık- bir “hâl”dir, o müstesna ve “vehbî hâl/mizaç” üzre olmayan kişi, şiir yazamaz. Eskiler buna “bade içmek” diyorlardı. Yazarlık kurslarında şair veya yazar adaylarına özel bir “bade” sunuluyorsa onu bilemem. Yukarıda zikrettim, Fuzûlî “Mende Mecnûn’dan füzûn âşıklık istidadı var/ Âşık-ı sâdık menem Mecnun’un ancak adı var” diyor. Bu beyti, “Ben ki ‘Leyla vü Mecnun’u yazan Fuzûlî’yim, eserimde canlandırdığım Mecnun (sadık âşık) aslında benim. Eğer gerçek Mecnun ben olmasaydım; bende o Mecnunâne “mizaç/hâl” bulunmasaydı, Mecnun’u tasvir edebilir miydim?” diye anlıyorum. İşte bahsettiğim, bu “hâl”dir; Fuzulî’yi şair yapan, “ehl-i dil” kervanına katan “hâl”!.. Yazarlık kurslarında insana bu “hâl” üzre, o “aşk” üzre olmayı öğretemezsiniz!.. Çünkü bu, insana Tanrı tarafından bahşedilen, doğuştan gelen “vehbî” bir mizaçtır…
***
Rıza Tevfik Bölükbaşı’nın “Sembolizm” “İlham”, “Sanatta Objektivizm ve Subjektivizm” (Sanat ve Estetik Yazıları, haz. Abdullah Uçman, Dergâh Yay.) başlıklı yazılarından yola çıkarak, meseleyi açıklamaya çalışayım. Ona göre sanat, tabiatı taklitten doğmuştur; ancak sadece taklit, sanat için kâfi değildir. Buradan hareketle diyebiliriz ki, tabiatı taklit etmek nispeten öğretilebilir; hatta meseleye yalnız “taklit” açısından bakarsak, fotoğraf makinesini muhteşem bir ressam saymak gerekir. Oysa tabiatı aslına en uygun biçimde kopya edebilen fotoğraf, resmin yerini tutmuyor. Demek ki, yalnızca “taklit” kabiliyeti, sanat için yeterli değil!.. Bölükbaşı diyor ki, sanatta aslolan, dış âlemdeki şey (objet)lerin resmedilmesi değil, aksine onların vicdanımızda yarattığı, kendimize has (subjectif) duygu ve düşünceler; yani infiallerdir… Sanat eserine asıl bu infialler yansır. Bundan dolayı, gerçek sanatkâr, dış dünyadan aldığı tesirlerle, vicdanında infialler (duygu ve düşünceler) uyanacak hassas bir “mizaç”a sahip bulunmalıdır… Nitekim Rıza Tevfik, “hakikî ve fıtrî bir sanatkâr (…) Tabiat huzurunda en ufak vesilelerle heyecana gelebilen bir mizaç sahibidir.” (s. 74) der. Eğer insanda sanatkârane bir duyarlık, mizaç yok ise, sadece taklitte kalır! Böyle, sanatsal yaratının ilk aşamasında kalan ve sanatın sadece nazarî bilgisine sahip olanlar, “hünerver” (virtuose)dir; ama sanatkâr (artiste) değildir!.. Hâsılı asıl soru şu: Kurslarla, ders vererek, insanda böyle bir “sübjektiv hâl”, böyle bir hassas “mizaç”, Fuzûlî’nin deyişiyle “âşık-ı sâdık” yaratılabilir mi?..
Cevabı Âşık Kerem vermiş:
Âşık odur, kendi kendin kaynada
Yiğit odur, meydanda ser oynada