Sezai Karakoç ‘fizikötesi yaşantılı bir kazazede’
Şair deyince aklıma daima bir ‘kaza oku’na nişangâh olan insan gelir. Necip Fazıl “Çile”sinde; “Ok çekti yukardan, üstüme avcı” der ya, işte bu ok!. İnsanın “can elması”nı kül eden, Mecnun’un aklını başından alan ve ona “Men kimem sâki olan kimdür mey-i sahbâ nedür” dedirten ‘kaza ok’u! Âşık edebiyatındaki ‘bade’, Divan edebiyatındaki ‘aşk şarabı’… Bu ‘ok’a hedef olan bir ‘kazazede’dir şair.
Sezai Karakoç da onlardan biridir elbette. Ne diyordu “Yağmur Duası”nda:
“Nedense aldanmış ilk gece annem,
Afsunlu bir gömlek giydirmiş bana”
Ah o ‘büyülü gömlek’, ah o ‘ok’!.. Giydi mi o ‘afsunlu gömlek’i bir kere, değdi mi ok yüreğine, gökler gem vuramaz artık şaire, dinmez “içi[n]de kopan fırtına”… “Rüzgâr” şiirinde “Bu rüzgâr yüzünden bana olanlar” der ya, onun gibi. Uçurtması yırtılmıştır şairin. Yukarıdan ne gelmişse, bulutlar ona ne yapmışsa, artık olan olmuştur neticede.
“Bana ne geldiyse geldi yukardan
Bana ne yaptıysa yaptı bulutlar”
Bütün şairler gibi Karakoç da bu ‘ok’la başlar şiire… Lâkin şaşkındır ilkin; ‘gurbet burcu’ndadır çünkü; Varlık’ı ve kendi varlığını açıklamaya gücü yetmez. Henüz; “Ya ben bulutları anlamıyorum/ Ya bulutlar benden bir şey bekler” dediği üzere dili çözülmemiştir. Fuzuli der ya “Öyle ser-mestim ki idrak etmezem dünya nedür”. Onun gibi. Kendi deyişiyle “Birinci sağnak; bahar sağnağı”dır bu: “Monna Rosa”. Sonra ikinci sağnağa; ateş sağnağına tutulur “Şahdamar”la. Sonra “gölge sağnağı”na (Körfez), ardından geometri sağnağı’na (Sesler)… Hepsi bir yoklayış, şairin kendi ben’inden, bireysel yaşantılarından başlayarak, adım adım dünyaya, fizikötesine doğru açılması…
Karakoç’un şiirinin asıl anahtarı ‘metafizik’tir bence, başlangıçta hedef olduğu ‘ok’, onun bütün duyu ve duygularını fizikötesine yöneltmiştir. Nitekim “Sesler” şiirindeki şu dizelere, “ölümsüz o ses”e dikkat:
“Git diyor içimde bir insan sesi git kulak ver o sese
Mezarlara yerleşmiş adsız ölümsüz o sese”
Bu, Necip Fazıl’ın “Gaiplerden bir ses geldi…” dediği veya Ahmet Kutsi Tecer’in geceleyin uykusunu bölen ‘ses’tir. Dolayısıyla onun şiiri, asıl Hakikat olan ana metne, yani metafizik dünyaya “bir çıkma, bir dipnotudur.” (EY I, s. 6) Şair/ sanatçı da zaten “bilmediğimiz bir dünyadan, bir kaza sonucu, dünyamıza düşmüş (…) fizikötesi yaşantılı bir kazazede” (EY, I, s. 21) değil midir?.. Ve ‘gurbet’teki bu ‘kazazede’, ‘yabancı’ doğal olarak dünyayı tanımaya çalışır ilkin. “Sesler”e kadar sürüyor bu yoklayışlar; şiirinde aşk, metafizik sesler, çağa yönelik eleştiri ve ideoloji (Ör. “Kapalı Çarşı”, “Ötesini Söylemeyeceğim”) iç içe…
Metafizik karakter, onu soyutlamaya götürür; dolayısıyla bildirmeye dayalı mimetik dile mesafeli durur. Düşüncelerinde Âkif’e eklemlenirse de, şiir dilinde uzaktır. Bu sebeple dil ve imge kuruluşu bakımından İkinci Yeni ile akrabadır. İkinci Yeni’nin Türk şiirinde yaptığı en büyük devrim, egemen mimetik dili; alışılmış mantığı ve gerçeklik anlayışını yıkmasıydı. Bu, Karakoç’un metafizik karakterli şiirine uygundu. Lakin ‘mana’ Karakoç için önemlidir; o ‘mana’ anlayışıyla İslam estetiğine tâbidir. Bu bakımdan İkinci Yeni’nin ‘anlam’ kavrayışından ayrılır.
“Hızır’la Kırk Saat”le birlikte uzun-epik şiire evrilir yolu. “Taha’nın Kitabı”, “Gül Muştusu”, “Leyla ile Mecnun”la devam eder. Sonunda “Alınyazısı Saati”ne, “Kış sağnağı”na, dirilişten önceki evreye gelip dayanır.
Hâsılı şiirinin açısı, metafizik eksene uygun biçimde tarihte, coğrafyada, insan kadrosunda evrensele doğru açılır. Aşktan aşkınlığa, Ergani’den İstanbul’a, İstanbul’dan tüm İslam coğrafyasına doğru giden, geçmiş, şimdi ve geleceği içeren üç boyutlu, kökleri gelenekte, önü açık bir medeniyet şiiridir onunki…