Sanat öğretilebilen bir şey midir?
Sanatın en önemli problemlerinden biri, Tanrı vergisi mi yoksa sonradan öğrenilebilir, kazanılabilir bir yetenek mi olduğudur. Eskiler yaradılışta bahşedilen yeteneklere ‘vehbî’, sonradan öğrenilen, edinilen becerilere ise ‘kesbî’ diyorlar. Bu ise bizi ‘sanat yapılabilen bir şey midir?’ sorusuna götürüyor. Meselâ Hilmi Yavuz “şiir yapılan bir şey”dir diyor.
Eğer sanat yapılabilen bir şey ise, doğallıkla sonradan edinilen bir ‘hüner’dir. Bu konu ‘ilham’la da ilişkili. Çünkü sanat eserinin doğuşunda ilk kaynağın ‘ilham’ olduğunu kabul etmek, bizi sanatsal yeteneğin ‘vehbî’ olduğu fikrine götürür. Nitekim Platon’un “Ion” diyaloğunda Sokrates, şairlere Mousaların ilham verdiğini, onların “hassas ve uçarı” Tanrısal varlıklar olduklarını, esinlenmeden, kendinden geçmeden, aklı başındayken, Tanrı vergisi olmadan, hiçbir şey yaratamayacaklarını söyler. Bu cümleler de okurun zihninde sanatsal yaratışta akıl ve zekânın rolü yok mu, varsa hangi aşamada ve ne kadar, sanat apolloniak mı dionizyak mıdır gibi soruları uyandırıyor. Eğer sanat, salt akıl ve zekâ ile kotarılan bir ‘iş’ ise sonradan öğrenilebilecek bir ‘meslek’tir; dolayısıyla ‘sanat atölyeleri’nde öğretilebilir (mi)?..
Oysa bana göre sanatkârlık Tanrı vergisi bir ‘özge hâl’dir; hususi bir mizaca ihtiyaç duyar ve öğrenilebilen bir şey değildir. Âşık edebiyatında buna ‘bade içmek’ deniyor. Dolayısıyla sanatın menşeinde bir ‘cezbe hâli’nin bulunduğu ve ‘dionizyak’ olduğu da söylenebilir. Şiir cini, ilham perisi, kahinlik vs. de var…
Sanat, Tanrı vergisi mi, sonradan öğrenilebilen bir yetenek mi sorusuna dönersek… Latifî Tezkiresi’nde bu konuda önemli bilgiler bulunuyor. Şöyle:
“Tafsîl-i aksâm-ı şu‘arâ: Hukemâ kavlince şu‘arâ iki kısma münkasımdur. Bir kısmı vehbîdür ve bir kısmı kesbîdür. (…) Şi‘r-i vehbî tab‘-ı selîkīden sâdır u nâşî olur ve ilhâm[î] bir hâletdür ki tab‘-ı Feyyâzdan gelür ve bu makūle ilhâmât ekser ehlu’llâha vâki‘ u vârid olur. Şi‘r-i kesbî tetebbu‘ ile taklîd iledür. Tahkîk ile taklîdün tefâvüt ü tebâyüni ma‘lûmdur. Vehbî şol mahbûba benzer ki anda cezbe ve ân ola. Misâl-i kesbî sâhib-i çeşm-i ebrû ve bir sâde-rûdur ki cezbe ve ânı yok.” (Tezkiretü’ş-Şuarâ… Haz. Rıdvan Canım, s. 485)
Görüldüğü gibi Latifi şairleri ‘vehbî’ ve ‘kesbî’ diye ikiye ayırıyor. Vehbî şiirin yaradılıştan gelen güzel söz söyleme yeteneğinden kaynaklandığını, bunun ilhama dayanan bir hâlin ve bereketli bir fıtratın ürünü olduğunu, bu tür ilhamların çoklukla Allah dostlarının kalplerine doğduğunu söylüyor. Ona göre ‘kesbî şiir’ salt araştırma ve taklit ürünüdür. Elbette ‘hakikat’ olan vehbî şiir ile ‘taklit’e dayanan kesbî şiir arasında fark vardır. Tanrı vergisi vehbî şiir, insanı cezbeden bir güzelliğe sahiptir. Lakin sonradan öğrenilen kesbî şiir, kaşı-gözü yerinde, sade yüzlü; ancak güzelliği olmayan kadına benzer.
Latifi ile hemfikirim. Lakin sanatın yalnızca Tanrı vergisi bir yetenekten ibaret olduğunu söylemiyorum. İlk ve vazgeçilmez şarttır; ancak eserin dışa yansıtılma aşamasında, meselâ dilin, boyanın, notaların belli bir düzen içinde maharetle kullanılması noktasında ‘hüner’e –sanatsal bilgi ve beceriye- de ihtiyaç vardır. Dolayısıyla vehbî yeteneğin geliştirilmesinde çalışmanın ve öğrenmenin önemi yadsınamaz. Nitekim Sezai Karakoç bunu; “Yetenek, gerçekte Tanrı’nın verdiği ilk genel güç ve izindir. Çalışma ve girişim de, özel izni koparmak içindir.” (EY I, s. 12) diye açıklıyor. Buna hemen Baudelaire’in; “… günü gününe çalışmak ilhama hizmet eder” (Edebiyat Heveslisi Gençlere Tavsiyeler, s. 22) cümlesini de ekleyelim.
Yani “Hayatınızı verirs[e]niz, şiirinizi alırsınız”… Lakin bu da evvelâ hususi ve vehbî bir ‘mizaç’ı gerektirir.