Sağ’ım sol’um sobe!..
Gerçek bir “entelektüel”, ideolojilerin dar kalıpları içinde değerlendirilemez; zaten bu kalıplara sığmaz. Ama bizde kendini bu kalıpların dışında tutabilen aydın oldukça azdır. Cemil Meriç, Kemal Tahir ve Tanpınar, bunlardan birkaçı. Gerçi hem sağ hem sol, meselâ Tanpınar’ın romanlarında kendilerine uygun cümleler bulabilir ve bunlardan hareketle onu “sağ” veya “sol” çekmecelere yerleştirebilir. Oysa Tanpınar; “Gariptir ki eserimi sathî okuyorlar ve her iki taraf da ona göre hüküm veriyorlar. Sağcılara göre ben, angajmanlarım -Huzur ve Beş Şehir- hilafına sola kayıyorum... Solculara göre ise ezandan, Türk musikisinden, kendi tarihimizden bahsettiğim için (…) sağcıların safındayım.” (Tanpınar’la Başbaşa, s. 332) gibi cümlelerinde sık sık bu kategorizasyondan yakınmıştır. Ama maalesef kafaları bu tasnife tâbi olanlar, sanatkârı mutlaka zihinlerindeki hazır çekmecelerden birine hapsetmek ister…
***
Aynı şey Meriç için de geçerli. O da ne Batı’ya, ne Doğu’ya övgüler düzdü, yeri geldiğinde iki kesimi de eleştirdi, ilk kaynakları, büyük oranda Batı’dandı. Sonra kendi kaynaklarımıza; “Kültürden İrfan”a yöneldi. Osmanlı aydınlarını büyük bir iştihayla okudu. Aklıyla Batı’da, gönlüyle Doğu’da, kurtuluş “yol”u arayan mustarip ve münzevi bir aydın!.. Ama hiçbir mahalleye yaranamadı, zaten yaranmak gibi bir amacı yoktu!..
Kemal Tahir, hakeza!.. Başlangıçta “sol”da. Sonra hapiste başlayan çileli bir fikir yolculuğu… 1957’de, “Rahmet Yolları Kesti”yle bir “yol ayrımı”na gelen yazar, 1960’tan sonra “Yorgun Savaşçı” ve “Devlet Ana” ile sol çevreden uzaklaştı. Çünkü toplumsal yapımızı Batıcı şablonlarla tahlil etmeye, tarihi düzünden okumaya karşı çıkıyordu. Bu görüşleri nedeniyle “müstağripler”ce şiddetle eleştirildi; “ırkçı”, “şovenist”, “gerici”; hatta “Atatürk düşmanı” vb. suçlamalara maruz kaldı…
***
Üç yazar da sağ ve solun sığ değerlendirmelerinden ve diyalogsuzluktan mustaripti. Meselâ C. Meriç, Şerif Mardin’e yazdığı bir mektupta; “sağ cenahın esrarkeş uykusuna daldığı bir ülkede tefekkürün hâlâ mümkün olduğunu ispat ediyorsunuz.” cümlesiyle aslında çorak bir iklimde yapayalnız kalan bir aydının ıstırabını dile getiriyordu. Yeri gelmişken, Mardin’in ölümünden sonra yapılan bazı “kaba ve sığ eleştiriler”, işte bu “deli gömleği” giymiş dar kafaların ürünüdür. Meriç, tam da bu ideolojik yobazlığa isyan etti. Meselâ sağı; “kendine mahsus hiçbir fikri” olmamak, “Batı dili” ve “Osmanlıca” bilmemek ve ebediyyen vesayet altında bulunmakla suçladı. Solu da, öğretilenleri tekrar eden bir papağan, koltuk değnekleriyle yürüyen bir topal, hareket etmek için mutlaka bir batılıya, sembollere ve sloganlara muhtaç bir güruh olarak gördü (Jurnal 2, s. 199-200). Aslında 4 Ocak 1981’de yazdığı şu anekdot her şeyi özetliyor: O günlerde Meriç’e; güya kitaplarını okumuş dindar bir genç gelir. Ona neden Sezai Karakoç’u övmediğini, kitaplarında niçin hep batılı yazarlardan bahsettiğini, İslâm’ın büyük mütefekkirlerine niçin yer vermediğini sorar. “Karşımda Abdülhamit devrinin bir polis memuru vardı sanki.” diyor Meriç (Jurnal 2, s. 268).
Ya şimdi? İlme ve sanata “Abdülhamit devrinin polis memuru” gibi bakan “mahalle uleması” azaldı mı? Aksine “Aşkın Gözyaşları” vb. romanların tavan yaptığı, müfredatın esas ve usulünün bırakılıp antilâik sinek avına çıkıldığı, Ş. Mardin’in ilkel kabilelerden kalma cetvelle ölçüldüğü çorak bir iklimdir burası!
***
Hâsılı, Türk aydın ve sanatkârlarının çoğu, ancak ideolojik bastonlarla yürüyebildiği, hayata bu gözlüklerle baktığı için insanı, adaleti, merhameti, hakikati, yüce duygu ve düşünceleri hep ıskaladı; bu sebeple yazdıklarının çoğu “mahalle kavgası”dır…
Ne diyordu İsmet Özel; “kendime dünyada bir/ acı kök tadı seçtim/ yakın yerde soluklanacak gölge bana yok/ uzun yola çıkmaya hüküm giydim.”