Öykünün ‘katı’ hâli

Kimi öyküler vardır, gerilimden beslenir; düğüm üstüne düğüm ve şok edici son!.. İnsandaki “merak” duygusuna oynar böyle yazarlar; gerilim ve merak üzerine kurarlar öykülerini. Meselâ Ömer Seyfettin!.. “Kütük” öyküsünü hatırlayın. Bir savaş meydanında iki ordu. Osmanlı, bir kaleyi kuşatmış sabırla bekliyor, düşman kalesinin burcundaki bayrak, “can çekişen bir kartal ıstırabıyla kıvran[makta]…” Zeki komutan Arslan Bey, kaleyi “bir kurşun atmadan” almayı kafasına koymuş!.. Peki ama nasıl? İşte düğüm: Arslan Bey bu yalçın kaleyi bir kurşun dahi atmadan nasıl alacak?.. Yazar, bu düğümle okuyucunun merak duygusunu kamçılar durur öykü boyunca. Dolayısıyla öykü, tüm gücünü bu “düğüm”den alır, entrik öğe diyoruz buna. Ve beklenmedik sonuç; şok etkisi!.. Arslan Bey, müthiş bir savaş hilesiyle, bir kütüğü top görünümüne sokarak, kaleyi savaşmadan teslim almıştır. Öykü, bu “şok edici son”la biter. Aynı tarz, “Vre”, “Pembe İncili Kaftan”, “Bomba” vb. öykülerde de yok mu?..

***

O hâlde şöyle söyleyebiliriz: Ömer Seyfettin’in öyküleri, “gerilimden ve şok etkisi yaratan son”lardan beslenir, bu itibarla serttir. Kahramanları da öyle; keskin ve belirgin çizgilerle resmedilmiş köşeli karakterler. Bir de kurgudaki müthiş geometrik düzen! Öykü, askerî bir nizam içinde, kural ihlâli yapmadan yürür, olay halkaları birbirine sıkıca ve hiçbir kuşkuya yer vermeyecek şekilde bağlanmıştır. Yazdıklarına hep hâkim olmak isterler bu tip yazarlar –metne karşı otoriterdirler- öykünün ya da karakterin başını alıp gitmesine asla izin vermezler. Kanaatimce Sabahattin Ali ve Orhan Kemal de böyledir. Gerilim ve şaşırtıcı son tutkusu onlarda da vardı. İkisi de yumruklarını sıkarak yazıyordu!.. Bu da Marksist şema oluyor; öykünün bir kutbuna zenginleri, diğer kutbuna yoksulları yerleştiriyor, ardından yoksullukla zenginlik arasına bir “yüksek gerilim hattı” döşüyorsunuz ve sonunda yoksulların başına mutlaka yıldırım düşüyor!.. Meselâ Sabahattin Ali’nin “Ayran” öyküsü. Neyse ki doğa var, hem Ö. Seyfettin hem S. Ali’nin öykülerinde doğa tasvirleri gerilimi düşürüyor. Yumruklarını sıkarak yazmak deyince İlhan Berk’i hatırladım; o da şairliğinin ilk evresinde, “Günaydın Yeryüzü”, “Köroğlu”, “İstanbul Kitabı” gibi eserlerini -Nazım’ın izinde- yumruklarını sıkarak yazmıştı… Yalnız bir hakkı teslim edelim; Ömer Seyfettin sertti, yumruklarını sıkarak yazıyordu ama, aynı zamanda “hin”di!.. Nereden mi biliyorum? “Nezle” adlı öyküsünü okuyun ne demek istediğimi anlarsınız. Espri, üstün zekâların ürünüdür, Ömer Seyfettin’in kıvrak bir zekâsı vardı. Ama öykümüzün asıl “hin”lerinden biri Haldun Taner’dir bence; zaaflarla malûl insan ruhunun derinliklerindeki garip tutkuları, arzuları ve sapkınlıkları öyle teşhir eder ve alaya alır ki!.. Meselâ “Bir Motorda Dört Kişi”, “Made in USA”, “Konçinalar”, “Ayışığında Çalışkur”… Sırtını zengin Osmanlı kültürüne dayayan ve bence edebiyatta Refik Halid’in akrabası olan Taner, bir humour ustasıydı. Bu hinliğin şiirimizdeki örneği de; “Modigliani oğlu Modigliani” deyip, âdeta tüm zeki ve hin okurlarına gülerek parmak sallayan Cemal Süreya’dır. Meselâ “Hür Hamamlar Denizi”nde “şapkasını alıp Eskişehir’e giden” fukara hovarda Süleyman ya da “Tabanca”daki, cesaretini rozet gibi göğsüne takmış hovarda, unutulmaz şiir-karikatürlerdir. Bir de “Kısa Türkiye Tarihi V”deki “Kahvede subay yok/ bu nasıl iştir” dizelerini okuyunca, kendi kendime; “kahvede subay yoksa korkacaksın, mutlaka olağanüstü bir durum vardır, darbeye hazırlanıyorlardır” der, gülerim.

***

Öykünün “katı” hâliydi anlattığım, ama biraz da “hin” hâli karıştı araya. Haftaya “buhar” hâlinden bahsedelim, Refik Halid’den, Memduh Şevket’ten ve Sait Faik’ten… Zaten katı olan her şey buharlaşmıyor mu? “Hazır ol”da durarak sanat mı yapılır gözüm?..

YORUMLAR (4)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
4 Yorum