Kısa yazmak zordur!..

Yazmaya başladığım yıllarda, yazılarımdan bir kelime atmaya dahi kıyamazdım. Hani annesine düşkün küçük çocuklar olur ya, iki bacağına sımsıkı sarılır da bırakmak istemez. Onun gibi, ben de kelimelerime dört elle sarılır, “Hocam şu kısmı atsak!” diyen editörlere hiç de sıcak bakmazdım. Oysa haklılar, gazetelerin/dergilerin de bir sayfa sınırı var; sayfalar dolusu, üstelik çatık kaşlı uzun yazılara kim tahammül eder!.. Ama öyledir işte, başlangıçta, yazılarını çok kıskanır yazarlar, yazdıklarına büyük bir tutkuyla bağlıdırlar. Oysa Adorno’nun “Minima Moralia”da dediği gibi; “Metne duygusal bağlılık ve kibir, çoğu zaman her türlü ilke ve tartının unutulmasına yol açar.” (s. 88) Şöyle ya da böyle, bir yazarın metniyle arasındaki “duygusal bağ” anlaşılabilir de, “yazımın bir harfine dahi dokundurtmam” edası kibirden kaynaklanıyorsa, işte bu çok tehlikeli! Amma zalım editörde de merhamet yoktur ha!.. Yazarın tutkusuna da kibrine de eyvallah etmez, eline makası alır, üstadın (!) kendi gözünden dahi sakındığı nazenin ve ter ü taze metin bahçesine dalar, kaşını gözünü yara yara budar cümleleri… Lâkin söz aramızda, editör dediğin de böyle gaddar olmalı, başka türlü işini asla yapamaz yoksa! En iyisi, o zalım editöre fırsat vermeyeceksin, Adorno’nun şu sözlerini aklında tutacak ve kendi göbeğini kendin keseceksin ey muharrir-i cümle-pîra!. Adorno diyor ki; “Metni kısaltmaktan kaçınmamak, atılan cümlelere hiç acımamak gerekir. Yapıtın uzunluğu önemsizdir, kâğıda dökülenlerin miktarının yetersiz olduğu kaygısı da çocukça. Hiçbir şey sırf varolduğu için, sırf yazılmış olduğu için değerli olamaz. Aynı düşüncelerin çeşitlemeleri gibi duran cümleler, çoğu zaman, yazarın henüz tam hâkim olamadığı bir şeyi kavramaya yönelik farklı çabaların anlatımıdır. O zaman en iyi formülü seçmek ve daha da geliştirmek gerekir. Kurgunun gerektirdiği durumlarda düşünceleri, hatta doğurgan olanları bile bir yana atmak yazı tekniğinin önemli bir yönüdür.” (s. 87) Hâsılı, şair Nedim’in şu beytine uyacak, kısa ve öz yazacaksın:

“Sözü az söyle ağır söyle Nedîmâ ki sühan

Zer gibi sayılı gevher gibi sencîde gerek”

***

İyi de Nedim Efendi, sözü az ve ağır, altın gibi sayarak, mücevher gibi tartarak söylemek, öyle kolay mı? Gerçekten zordur! Kısa yazı deyince, Refik Halid’in konuyla ilgili çok güzel bir yazısı vardı. “Bu Gazeteciler” adlı kitabı karıştırıp buldum sonunda. “Demek İsterim ki… Kabilinden” (s. 56) başlıklı bir yazı. Bir gün, bir gazete sahibi, Ahmet Rasim’den gazetesine yazı istemiş. Üstat sormuş: “Kısa mı olsun, uzun mu?” Patron şaşırmış; “Nasıl olursa olsun, bu sizin bileceğiniz şey!” diye cevap vermiş. Hayır, demiş Ahmet Rasim; “Kazın ayağı öyle değil! Uzununa üç mecidiye alırım, fakat kısalarını bir altından aşağı yazmam!”… Gördünüz mü, gazetecilerin pîri işi biliyor; kısa yazı daha pahalı. Niçin? Yazması zor çünkü. Karay, bir başka örnek daha veriyor: Gazeteciler kralı Hearst’ten makalelerini kısa yazmasını istemişler, “O kadar müsait vaktim yok!” diye cevap vermiş. Mr. Hearst de işi biliyor!..

***

Bu iki ünlü gazetecinin sözleri, kısa yazmanın ne kadar zor olduğunu gösteriyor. Karay’ın deyişiyle, kocaman bir üzüm yığınını sıkıp, suyunu çıkarmak gibidir kısa yazmak; zordur ve her yiğidin kârı değildir! Kısa yazamayan bir muharrir yazılarında sık sık; “Demek isterim ki…” deyip durur, lâfın sonunu bir türlü getiremez. Refik Halid’in anlattığına göre adamın biri, konuşurken meramını bir türlü anlatamaz, ikide bir; “Demek isterim ki…” der, lâfı uzatırmış. Bir değil iki değil, muhatabı en sonunda dayanamamış; “Diyemedikten sonra kaç para eder, kardeşim” demiş!

Hâsılı, sözün kısası makbuldür; amma gayet zor iştir! Hayırlı bayramlar efendim…

YORUMLAR (3)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
3 Yorum