Kibar ve zarif bir çocuksun sen…
Akşam Sofrasında Yedi Kişilik Bir Aile Oyunu” adlı şiirinde Zarifoğlu, taşralı ve geleneksel bir aileyi sofrada konuşturur. Bir yer sofrası olmalıdır bu. Dağ gibi ve dağla özdeşleştirilmiş; ama duygulu ve kederli bir anne vardır sofrada. Bir de sert ve otoriter; kendi deyişiyle “kaypak” ve “güvenilmez” bir baba. Aslında şiirlerinin çoğunda böyledir; bir dağdır anne, sevgi anıtıdır; “…daha oturmuştur. Olgundur, iyidir…” (Konuşmalar, s. 145) ve sert bir baba. Bu nedenle olsa gerek, şiirlerinde anne ile çocuk arasında kuvvetli bir bağ hissedilir. Ama babaya karşı genelde kırgın bir çocuk yüzü görüyoruz. Söyleyeceğim şu: Zarifoğlu’nun şiirinin en önemli anahtarlarındandır anne ve baba figürü. Anneden, babadan, taşralı bir aileden, sonra mümin, geleneksel değerlere ve yaşama biçimine bağlı bir ‘taşra toplumu’ndan; zamanla modern kente, oradan da ideoloji yoluyla İslâm coğrafyasına (Afganistan, Kudüs, Beyrut vb.) açılan bir şiir onunki… Dil ve teknikte modern, ama içerikte; coğrafya, insan kadrosu ve duyarlık bakımından geleneksel bir şiirle karşı karşıyayız.
Önce dil ve teknikteki modernliğe değinmem gerekiyor. Zarifoğlu, düşünce itibarıyla Necip Fazıl, Sezai Karakoç ve Nuri Pakdil çizgisinden gelmekle beraber, şiirde ne Kısakürek’in, ne Karakoç’un ne de Pakdil’in izini sürer. İmgeye dayalı, alışılmış/ verili dili dışlayan ‘zor bir şiir’dir seçtiği. Kendisi ve çevresi her ne kadar İkinci Yeni etkisini reddetse de, bence dil ve teknik itibarıyla bu hareketten beslenmiştir. Daha sonra yöneldiği ideolojik ve tasavvufi şiirler bir yana –ki Zarifoğlu şiirinin nabzı bunlarda atmaz bence- onun şiirlerinin kendi içine kapanmasının bir nedeni de psikolojik içeriği olmalıdır. Şairin ta çocukluğundan gelen –“Ne korkunç bir iklimdi çocukluğum” (Şiirler, s. 104)- ve ruhunda derin izler bırakan birtakım duygular; hatta gençlik döneminde gemlenmesi güç arzular –“Gelip geçecek gibi değil omurgamdaki didişme/ Çantada sevişme askerleri” (Şiirler, s. 84)- bölük pörçük ve birbiriyle ilgisiz gibi görünen tablolar/ imgeler hâlinde, -belki de açığa vurmaktan çekindiği için- şiirlerine dağınık bir biçimde yansır. Ve bu doğal olarak şiirini flulaştırır… Bir de bilindiği gibi Zarifoğlu, sık sık şiirlerinin anlaşılmaz olduğu şikâyetine maruz kalmıştır. Doğrudur, şairin şiirlerine ideolojik anlamda muhatap olan kitle ve edebî çevre, bu modern dile ve tekniğe yabancıydı o yıllarda. Başlangıçta Karakoç’u dahi çözmekte zorlanıyorlardı. Ancak Karakoç’un şiiri, referansları itibarıyla İslâm’la içli dışlı olduğu için zamanla kavrandı. Oysa Zarifoğlu’nun şiiri –tasavvufa ve İslâm coğrafyasının sorunlarına eğildikleri dışında- referansları itibarıyla da flu idi, daha bireysel ve psikolojik bir içeriği vardı. Bu bakımdan çözülmesi zordu.
İçerikte ‘geleneksel’ demiştim… Cemal Süreya 999. Gün Üstü Kalsın’nda onun “Maraşlı delikanlı tavrını hiç bırakma[dığından]” ve “Mahallesini çok sev[diğinden]” bahseder (s. 367). Önemli bir ipucudur bu. Bence de “Maraşlı delikanlı tavrı”, daha doğrusu ‘taşra’, hem duyarlık hem de mekân ve insan kadrosu olarak şiirinin ana damarıdır. Meselâ “Şan”da bu; “Mahallede tuhaf bir korkuyla erkekler dolanırdı/ Ender dururdu kadınlar/ Demirinde gül suyu şişeleri asılı pencerede/ Duvarlarına akrep tutturulmuş oda” dizelerine yansır.
Asıl şunu diyecektim: “Akşam Sofrasında Yedi Kişilik Bir Aile Oyunu” adlı şiirde sofradaki yufka yürekli ana, oğlunun gönlüne şiir düştüğünü sezip şöyle der:
“Oğlum sen
Seziyorum
Yoksa anladığımdan değil kelimelerini
Tıpkı karnımda bir miktar sudan başladığın gibi
Göğsüme yaslanıp sütümden
İnsan toplayan sesli kubbeleri
çattığın gibi
Seziyorum ah ah seziyorum oğlum sen
Kibar ve zarif bir çocuksun”
Şiirin ‘Zarif’ oğluydu… Sadece şu dizeleri dahi ona ‘Aşk olsun’ demeye yeter:
“Yazdıkların şiir değilse kalsın
Cennetse sevdan çık dışarı”
(Şiirler, s. 371)