İslâmcı öykü okuruyla kalbî bağ kurabiliyor mu?
Günümüzde İslâmcı yazarların çoğu, öyküye rağbet ediyor! Neden, meselâ roman değil de öykü?.. Bunun sebeplerinden biri muhtemelen, romanın uzun soluklu ve geniş araştırmaları gerektiren bir tür olmasıyla ilgilidir. Meselâ 31 Mart Vakasıyla ilgili bir roman yazacaksanız; o devirle ilgili hatıraları okuyacaksınız, olayların geçtiği mekânlar hakkında bilgi toplayacaksınız, süreli yayınlara bakacaksınız vs. Zor iş!.. En iyisi öykü! Bir kere kısa, fazla araştırmaya lüzum da yok! Biraz hayal gücü, en çok da “hüner”le öyküyü kotarabilirsiniz… Çağın modası da belli! Metninizi bilinç akışı, iç konuşmalar, metinler arası ilişkiler vb. modern/ postmodern “alışılmamış anlatım ve kurgu teknikleri”yle süsler, sunarsınız piyasaya. Meselâ son zamanlarda “küçürek öykü” mü moda? Hemen kaleme sarılıp küçürek öyküler üretirsiniz. Hap gibi, kısacık metinler!.. Okuyup, Edgar Allan Poe’nun “tek etki” dediği estetik hazzı tadar, üstüne de bir bardak su içip edebi rüyalara dalarsınız. Kim okuyacak o uzun ve üstelik modern olmayan Refik Halid’in, Ömer Seyfettin’in, Memduh Şevket’in, Sait Faik’in, Sabahattin Ali’nin, Mustafa Kutlu’nun, Mustafa Çiftçi’nin öykülerini?..
Şaka bir yana, bizde halka yönelmek iddiasıyla yola çıkıp, halkın dilinden, kültüründen, hayatından kopan ve daha çok 1950’den sonra ortaya çıkan “modern yazar/ şair tipi”ni incelemek lazım bence. Buna dindar-muhafazakâr bazı yazar/ şairler de dahil… Son zamanlarda bir “yerlilik-millilik” söylemi var ya!.. Kanaatimce bir Sabahattin Ali, bir Sait Faik, öykülerindeki hayat, insan kadrosu, mekânlar ve elbette dil bakımından günümüzdeki pek çok muhafazakâr-dindar yazardan daha yerli ve millidir!..
***
Günümüzde pek çok yazar ve eleştirmen, öykünün modern anlatım teknikleri, bilinç akışı, flashback, metinler arasılık, parodi, pastiş, kolaj gibi, salt “biçimsel/ teknik” ögelerden ibaret olduğu zannına kapılıp, asıl ögeyi; “mana”yı, insanı, hayatı, dili ıskalıyor ve zevahirde kalıyor bana kalırsa… Yeri gelmişken; yukarıda saydığım kurgu ve anlatım teknikleri, sanatın “hüner”le alakalı yönleridir ve elbette gereklidir. Ancak Rıza Tevfik’in de dediği üzere; “yalnız zevahiri itibariyle böyle şeklen mükemmel, kusursuz eserler vücuda getirebilenler, en doğru manasıyla ‘hünerver’dir (virtüöse), sanatkâr (artiste) değildir.” (Sanat ve Estetik Yazıları, haz. Abdullah Uçman, s. 71) Bu durumda günümüzdeki bazı öykücülerin sanatı sadece “hüner”den; yani biçimden/teknikten ibaret sanmak gibi bir yanılgı içinde olduklarını düşünüyorum. Oysa sanat, hem biçim hem özdür ve bunlar birbirinden ayrılmaz.
***
Hiçbir millet, başkasından “hazır kurumlar” alarak ilerleyemez. Her toplumun kendine özgü yapısı, şartları ve ihtiyaçları vardır. Edebiyat da böyledir! Doğduğu, hitap ettiği toplumun hayatına, kültürüne, diline sımsıkı bağlıdır ve ondan kopmamak zorundadır. Koptuğu an, sahihliğini, samimiliğini yitirir ve okurun ruhunda Poe’nun “etki”, Joyce’un “epifani” (aydınlanma ânı) dediği manevî hazzı yaratamaz… Bu durumda eserle okur arasında “kalbî bağ” kurulamaz.
Hâsılı, öykü, salt biçimden ibaret sanılır, üstelik Anadolu insanına “Kafkaesk” elbiseler giydirilmeye çalışılırsa, biçimle öz uyuşmaz! Hatta o biçimin altında “mana” da silinir. Günümüzdeki öykülerin çoğu, işte bundan dolayı okurla “kalbî bağ” kurmakta zorlanıyor! Bir de dil problemi var ki, buna daha sonra değineceğim.
Kanaatimce 1950’den beri Türk edebiyatına “ecnebi bir hava” hâkim. Bu, bazı dindar-muhafazakâr yazarları da etkilemiş görünüyor. Genç yazarlar, Tanpınar’ın “Bitmeyen Çıraklık” (Yaşadığım Gibi, s. 63) başlıklı yazısını okurlarsa, beni daha iyi anlayacaklardır.