İnkılâpölçer ve imanölçerlere göre Âkif!..
Yarın 12 Mart, İstiklâl Marşı’nın kabulünün yıldönümü. Bilinenleri tekrar etmeyeceğim. Âkif hakkında 1936’dan sonra yazılan yazılardan, özellikle ‘inkılâpçı’ yazarların Âkif’i nasıl algıladıklarından bahsedeceğim. İsmail Kara ve Fulya İbanoğlu’nun birlikte hazırladığı ve Âkif’in ölümünden 1940’a kadar gazete ve dergilerde çıkan yazıların toplandığı Sessiz Yaşadım Matbuatta Mehmet Âkif 1936-1940 adlı eserde bu konuda epeyce yazı var.
Şair, bu yazılarda genellikle, İslâmcılık, Türkçülük ve İnkılâpçılık bağlamında değerlendiriliyor. Meselâ Yeni Adam dergisinde 11 Mart 1937’de açılan bir soruşturmada sorulan bazı sorular bunu doğrulamakta. Şöyle: “Âkif milliyetçi bir şair midir, İslâmcı bir şair midir?”, “Âkif’in Türk inkılâbına hizmeti var mıdır?” “Âkif’in memleketten uzaklaşmasını nasıl izah edersiniz?”, “Âkif’in insanî olan tarafları var mıdır?”
Belli ki soruların odağında Âkif’in ideolojisi var. Bu doğal, çünkü ‘ethos’ ağırlıklı ideolojik bir şiir onunki, fikrî yanı ağır basan bir şiir. Fikret ve Nâzım’la beraber ethos ağırlıklı çizginin önemli bir ismi. İdeolojik bir hedefi (İslâm medeniyetinin dirilişi) ve hedefe birlikte varılması arzu edilen bir topluluğu (Osmanlı himayesindeki İslâm milleti) içeriyor. Şiiri, devrinin siyasî, tarihî ve sosyal durumunu yansıtan epik bir ayna, aynı zamanda lirik… İstanbul’u merkeze alan siyasi, sosyal ve tarihî manzaralardan; savaşlar, sokaklar, camiler, meyhaneler, kahvehaneler, mekteplerden oluşan fotoğraflar zinciri.
Söz konusu yazılar, Âkif’in ‘inkılâpçı’ kesimde nasıl algılandığını göstermesi bakımından önemli. İnkılâpçı kanona göre ‘İslâmcı’ bir şair o. Buna geçmeden, Abdülhak Hamit’in “Âkif’in insanî olan tarafları var mı?” sorusuna sadece bir “Eh…” deyişi var ki belirtmeden geçemeyeceğim. Sorunun garipliği bir yana Hamit’in “Eh!” demesi bir şaire yakışmamış. Sorulara en sert cevap verenlerden biri Şükûfe Nihal. Âkif’i “bize on dört asır evvelki ihtiyaçların yarattığı rejimlerden bahseden iskolastik bir kafa” diye tanımlıyor. Türk inkılâbına hiçbir hizmeti bulunmayan, aksine inkılâbı beğenmeyerek yurdunu terk eden “hurafelere takılmış bir adam” olduğunu söylüyor (Sessiz Yaşadım, s. 216). Çanakkale Şehitleri’ne yazdığı şiir için söyledikleri de ilginç; “Nedir o şehidler için hazırladığı türbe! O ne fantezi, ne cici bici bir şey!” (s. 224).
Sabiha Zekeriya Sertel, Yaşar Nabi Nayır, Suphi Nuri, Falih Rıfkı gibi yazarlar da benzer düşüncelere sahip. Soruşturma dışında o dönemde yayımlanan bazı yazılardan örnekler vererek, inkılâpçı algıya işaret etmek istiyorum. Meselâ Agâh Sırrı Levent; “Maziye bu kadar bağlı bulunan, medeniyete diş bileyen Âkif’in, asrî hayata uymasına imkân” yoktu sözleriyle aynı düşünceyi yineliyor (s. 169). Bu konuda en sert yazıları kaleme alanlardan biri de Nurullah Ataç. Onu şairden saymıyor, “onda bir fikir aramak, fikre hürmetsizlik olur” diyor. “Ayağı poturlu, Priol saatli köy ağalarının kalaylı maşrapadan şerbet içip namaz kıldıkları” eski devirlere hasret duyduğunu ileri sürüyor (s. 162-163). Falih Rıfkı da aynı görüşte. Ona göre de; “bütün inkılâplarımızın ve şark tarihinde ilk defa kurmuş olduğumuz bütün hürriyetlerin, layisizmin, tefekkür ve vicdan hürriyetinin aleyhinde”dir Âkif (s. 156).
Uzatmayayım, basit ve taraflı değerlendirmeler bunlar… Ama daha ilginci bugün kimi yazarların da aynı basitlikle Sultan Abdülhamid’i eleştirdi, tasavvufa karşı çıktı veya İslâm’da reformizmi savunuyor (!) diye Âkif’i ‘imanölçer’leri ile yargılamaları. Tersten bakınca ‘inkılapçı kanon’la bu bakış arasında ‘düşünme/ ölçme biçimi’ bakımından bir benzerlik görüyorum.