Hüseyin Su’nun günlükleri Nuri Pakdil ve “Edebiyat” dergisi
Pakdil’in “Edebiyat”ı, marjinal dergilerden biriydi bence. Bunun sebeplerinden biri, dergideki yazarların -hatta okurların da- birbirleri ve Pakdil’le olan sıra dışı münasebetleriydi… İlkin, Nuri Pakdil’in “Mektuplar”ında hissetmiştim bunu; Hüseyin Su’nun “Takvim Yırtıkları” (Şule Yay, 3 C.) adlı günlükleriyle kanaatim pekişti. Çünkü günlüklerde, bu konuda geniş bilgi var. Pakdil’in, çayın şekerinden tutun, yenecek ve yenmeyecek şeylere, giyeceklere, kahvede oturulacak konuma, kışın ağızdan değil burundan nefes almaları, neleri okumaları gerektiğine kadar hemen her şeye müdahalesi ve uzun yürüyüşler, öfke patlamaları, saatlerce süren suskunluklar, şaşırtıcı protestolar… Ama beni asıl, aralarındaki inanılmaz ve güçlü bağ etkiledi! Neydi onları birbirlerine bu denli bağlayan? Kahvehanelerde uzun oturuşlardan sonra, gecenin bir saatinde her defa tekrarlanan ritüel: Hacıbayram Veli türbesinde verilen tekmil, yapılan dua, ayrılış öncesi okuma üfleme, Hüseyin Su’yu “omuz başlarından dizleri[ne] kadar mesh…” (C.2, s. 368)… İzahı zor bunların! Hasılı, Hüseyin Su’nun dediği gibi; “Nuri Pakdil’le yaşamak, voltajı her zaman değişse de mütemadiyen elektrik akımına tutulmaktır.” (C.1, s. 291) İşte bu “elektrik akımı”, sanki metafizik bir cereyan gibi, önce Su’ya, oradan günlüklere, günlüklerden de bana intikal etti okurken…
***
Hüseyin Ağabeyi 1990’ların başından beri tanırım. Tanımış mısın, dedim kendi kendime! Hayır, “Takvim Yırtıkları”nı okuduktan sonra, hayır!.. Çünkü Su, “Edebiyat” dergisinin terbiyesiyle mühürlemiştir dilini, sükut duvarlarıyla örmüştür çevresini, kendisiyle konuşur daha çok, iç dünyasındadır, varlığının evinde. Dolayısıyla yan yana yürümek ve beraber oturmak, onu tanımaya yetmez! Günlükte, bir arkadaşıyla konuşurken “İki dağın yamacından konuşur gibi konuşuyorduk.” (C.1, s. 49) diyor. Bizimki de öyle!.. “Ping pong masası varla yok arası!”
Günlükleri okuyunca dedim ki ilkin; yazı, asla bir ifşaya ve şova dönüşmüyor onda; şahıs, mekan ve dergi adlarının zikredilmesinde bile oldukça hassas! Nedir yazmak Su için, bir heves mi? Hayır, “bir eylem”… “Bizim yazıyla ilişkimiz yalnızca ‘yazarlık’ değil ki.” (C.1, s. 125) diyor bir yerde. Edebiyatımızın pek de âşina olmadığı bir “dil terbiyesi” bu. İtiraf edeyim, kitabı bitirdiğimde bitkin ve şaşkındım! Ne Hüseyin Su’yu, ne Pakdil’i, ne de “Edebiyat” dergisini iyi tanımadığım hissine kapıldım, mahcup oldum. Bunda “Edebiyat” dergisi çevresinin insanlarla kendi aralarına ördüğü “duvar”ın (C.3, s. 154) ve kullanılan “üslûb”un (C.1, s. 252) payı yok mu? Mazeret mi bu? Elbette değil!..
***
1980’den 1994’e, tam 14 yıl anlatılıyor günlüklerde… Tavşanlı ve Hendek, “taşra sıkıntısı”, yalnızlık… Ankara, “Edebiyat” dergisinin kapanış süreci, Pakdil ve gergin günler… Hüseyin Ağabey, kendinden bahsetmiyor pek, günler, genelde Pakdil’in etrafında dönüyor; ama yine de, satır aralarında, onun büyük kalbine, hassas ruhuna, mizacına, yazma sıkıntılarına, yazı ahlâkına, okuma macerasına, acılarına, maddi sıkıntılarına, hayatla münasebetlerine dair birçok şey buluyoruz. Yazmasaydı, nereden bilebilirdim, meselâ 1980 darbesinde, bir süre Mamak Cezaevi’nde yattığını ve sonra, okurken beni dahi kıvrandıran ıstırap dolu hastane günlerini… Ama bir şey eksik hep: Bu vefa, kalem-kitap ve inançla örülmüş hikâyede hayat nerede; aile, çocuklar, insanlar, mekânlar?.. Tıpkı Su’nun dediği gibi; “kendimize biçtiğimiz kurtarıcılık misyonunun dili ve psikolojisi[yle]…” (C.1, s. 184) hayatı ziyan etmiyor muyuz? “Çok soyut bir dünya değil mi bizimkisi?” (C.1, s. 108).
“Gün bitti, bir yaprak daha düştü, takvimden bir yaprak daha yırttık.” (C.1, s. 179) Hüseyin Ağabey! Kitapla kalem arasında geçip gidiyor ömür!..