“Her şey yarım yârim!..”
Referandum sebebiyle siyaset tavan yaptı. Televizyonda hep aynı görüntüler; meydanlar, mitingler, sloganlar, afişler, pankartlar… Kalabalıklar, oradan oraya koşturup duruyor. Yaşım elliyi aştı, doğduğumdan bu yana memleket hep böyle… İyi olacak inşallah! Ama bu hay huy yoruyor insanı. Ayağımı toprağa basmak, börtü böceğin, cıvıl cıvıl öten kuşların seslerini dinlemek, toprağı avuçlamak, bir gül dikmek, sonra can suyu verip, günlerce büyümesini seyretmek istiyorum… Diktiğim kayısı fidanıyla erik tutmuş, yapraklanıp çiçek açmış. Bir seviniyorum bilseniz!..
Gençleri anlamıyorum bazen. Tuttukları takım galip gelince, aşağıdaki caddede toplanıp havaî fişek patlatıyorlar peş peşe… Gökyüzünde önce sahte ve fani ışıklar parlıyor, sonra bir patlama, ardından kesif bir duman kokusu!. Sonra da hep beraber zıplayarak bağırıyorlar: Lay lay lay lay lay lay lay lay laaaayy Feeeener Bahçeee!.. Nerde o sessiz akşamlar! Masmavi göğe bakıp yıldızları seyretseler, tertemiz havayı ciğerlerine çekseler… Mis gibi! Bak bahar geldi, erikler, bademler çiçek açtı, kimi pembe kimi beyaz, dallar tomurcuklandı. Tam da Ziya Osman Saba’nın “Bir bademin altına yorgun oturmak biraz/ Ayrı ayrı seyretmek çiçek açmış her dalı” mısralarına kulak verme zamanı. Yıldızlar dedim de, B. Necatigil’in “Yıldızlara Bakmak” adlı oyununu hatırladım. O oyundaki yolcu gibiyiz; ocaktaki yemeğe, hesaplara, vitrinlere, televizyonlara, bilgisayarlara bakmaktan, yıldızlara ve çiçeklere bakmayı unuttuk!..
***
Yıldızlar deyince, Haşim geldi aklıma. Ne diyordu şair; “Akşam, yine akşam, yine akşam/ Bir sırma kemerdir suya baksam”. Bizim çocukluğumuzun akşamları da güzeldi; hava kararıncaya kadar oynardık sokakta. Güneş batınca, annelerimiz pencereyi açıp; “-Alaattiiiin, Ahmeeeet, Ayşeeeee! Haydi oğlum, haydi kızım, yer gök mühürlendi herkes evine!..” diye bağırırdı. Koşturmaktan yorgun bir hâlde, yüzümüz gözümüz toz toprak içinde girerdik eve. Önce tabak-çanak sesleri, sonra “Bir afif aile sessizliği”… Memduh Şevket “Hayat Ne Tatlı” adlı hikâyesinde anlatır o akşamlardan birini. Hani hikâyenin kahramanı Hafız Nuri Efendi, mahallede keyfince dolaştıktan, ona buna takıldıktan sonra akşam olunca eve döner ve pijamasını giyip pencerenin önüne oturur ya!.. Ne güzel bir akşamdır o:
“Odasına çıktı. Gecelik entarisini, şamhırkasını giydi. Pencerenin önüne oturdu. Akşam satıcıları geçiyordu. Sokağın köşesinden bir çocuk:
-Hayriii, gel annem seni çağırıyor! diye kardeşine sesleniyor.
Bir kız çocuk elinde bir demet maydanoz, takunyalarını tıkırdatarak geçiyor. Komşu Gaffar’ın oğlu iki boş küfeyi bostan kapısından sokmaya uğraşıyor, iki hanım belli ki uzakça bir yere gitmiş ve geç kalmışlardı, hızlı hızlı eve dönüyorlar.”
Akşam denir de Cahit Sıtkı’nın “Abbas”ı hatırlanmaz mı? Bu da bıçkınların akşamı: “Haydi Abbas, vakit tamam/ Akşam diyordun işte oldu akşam.” Heyhat! Turgut Uyar, “O Zaman Av Bitti” şiirinde hüzünle anlatır bu akşamları kaybedişimizi:
“Göğüslere kulak memelerine lâvanta çiçeği kokutmakla
Akşam mı denir ara sokaklarda pis lokantalara
Bir otçuk olmayınca çayırdan bir göz seyretmeyince balıktan
Akşam mı denir yükselen küflü kentli buğuya kalabalıktan.”
Bak ne hâle getirdik güzelim fani dünyayı. Fani dünya dedim de, Necatigil’in “Dönme Dolap”ı geldi aklıma. Dünya bir dönme dolap işte, inenler, binenler… Vakit geldiğinde biz de ineceğiz.
Fani dünyaya daldık asıl konudan uzaklaştık! Olsun! Bahardı, daldı, çiçekti, akşamdı, yıldızdı, geceydi derken, vardık Yunus’un kapısına:
“Varam ol dosta kul olam her dem açılam gül olam
Hem söyleyem bülbül olam durağım gülistan ola”