Hasan Ali Toptaş’tan bir ‘merhamet’ hikâyesi
Hayat bir ‘oyun’ değilse -ki değil- hayatı anlatan edebiyat da bir oyun olmamalı. Hayatla temasımızı sağlayan ‘kelâm’ı bir oyuna fedâ etmek doğru değil! Ama bir oyun artık edebiyat, bir bilmece, bir labirent, matematiksel bir kurgu! Bilmece ne kadar zorsa, labirentler ne kadar karmaşık ve ustaca kurulmuşsa, bir sanat eseri de o denli başarılı sayılıyor günümüzde!.. Nafile bir oyun, aldatıcı cazibe! Yazmak bir ‘varoluş’ kaygısı değil, hüner gösterme etkinliği olmuş! Ama gurbet ve hasret burçlarında kendini arayan yazarın ‘ustalık’ ve ‘hüner’ gösterme gayreti, bir süre sonra hayatın yalın yüzüyle tanışıp, ‘Hakikat’i idrakiyle son bulacak. Ne kadar karmaşık ve ustaca kurgulanırsa kurgulansın, tüm labirentler tek bir ‘son’a çıkıyor çünkü!.. Hayatın o yalın ve mutlak olan Hakikati’nin idrakiyle ‘oyun’ bitiyor, hikmet burcunun eşiğine yüz sürüyor yazar/şair… Efendimiz acemilik demişti Turgut Uyar, ustalıktan korkmuş, hep acemi kalmayı önermişti!. Hikmet burcuna gelmek bu işte; hayat karşısında masum ve aciz bir acemi gibi el bağlamak!
Hasan Ali Toptaş, her yazarın geçtiği o ilk iki burçtan geçtikten sonra, son romanı Kuşlar Yasına Gider’le, acemilik burcuna; hikmetin eşiğine gelip dayanmış! Bu romanında, bize âdetâ diyor ki; oyun bitti, kelâm asıl evine, toprağa, tabiata dönüyor. Çağdaş edebiyat, modern bir hayatı; modern sıkıntıları, modern yalnızlıkları, modern ilişkileri ve çatışmaları çoğaltıp dururken, Toptaş, insanı kuşatan modern dünyaya sırt çevirip, terk edilen toprağa, köye, kasabaya, Anadolu’ya yöneliyor... Modern anlatılar ve karmaşık bir teknik yerine, Anadolu’nun olağanüstü inançları, efsaneleri, masalları ve türküleriyle örüyor hikâyesini. Anlattığı, modern kentlerin değil, kasabaların, toprağın insanları; toprakla, insanla, hayvanla, hayatla, merhamet, sadakat ve aşk üzre ilişki kuran insanlar!..
Kuşlar Yasına Gider, bir ‘ölüm’ bağlamında anlatılan müthiş bir merhamet hikâyesi! Romanın ana kahramanı, ecel atının adım adım yaklaştığı, mutlak sonu bilmesine rağmen gözü hep uzaklarda, dağlarda, yollarda olan, âni kayboluşlarla daralan ruhuna nefes aldırmaya çalışan bir baba… Bir yanda fani dünyada yaşama arzusu, öbür yanda kişneyerek bekleyen beyaz yeleli ecel atı. Büyük ızdırap. Ama hürmetle bekleniyor ölüm burada, sükût ve hüzünle… Toptaş’ın romanı büyük bir sadakat ve vefa hikâyesi aynı zamanda… Adım adım ölüme yaklaşan güçsüz, hasta bir bedene son nefesine kadar yoldaş ve hizmetkâr olan bir eş ile babasını büyük bir aşkla seven, onu kaybetmemek için çırpınan, sürekli sırtında taşıyan bir derviş-oğul, vefanın ve sadakatin timsalleri eserde… Artık iyi biliyoruz ki; babalar alnımıza yazılan yalnızlıktır. Orhan Pamuk’un Kırmızı Saçlı Kadın’ındaki babalar ve oğullar ile Toptaş’ın romanındaki baba ile oğul arasında büyük bir uçurum var! İlkinde merhamet yoktu, bunda merhamet çok! Sımsıcak bir kasaba evinde, ölümü büyük bir hürmetle bekleyen, ölüyü son günlerinde yalnız bırakmayan, acıyı olağanüstü anlatılarla dindiren ve paylaşan, ölecek olana sessizce vedâ eden ve helâllik dileyen akrabalar var bir de! Anadolu’nun toprak yüzlü insanları bunlar; merhameti, sadakati, vefayı ve aşkı tekrar hatırlatıyorlar bize. Bir baba, bir oğul, bir eş ve toprak yüzlü insanlar! Ölüm, hüzün, merhamet ve vefa!..
İyiydi roman, unutmuştuk toprağı, merhameti, sadakati, vefayı, aşkı, dostluğu ve ölümü epeydir… Sırtını ulu anlatılar çınarına yaslayıp bu toprağın hikâyelerini, türkülerini dinlemek, Anadolu’nun merhamet, sadakat ve aşk dolu, toprak yüzlü insanlarını hatırlamak, iyiydi.