Hangi terakki?..
İslâm âleminin son 200 yılı ‘terakki’ ve ‘tedenni’; yani ilerleme ve gerileme/çökme tartışmalarıyla geçti. Osmanlıdan bugüne, Namık Kemal’den İsmet Özel’e kadar pek çok Türk aydınının zihnini meşgul eden en çetin soru budur!..
Meseleyle yüz yüze gelen ilk aydınlardan biri olan Namık Kemal, bundan 150 yıl önce Thames Nehri’nin kenarından teknolojik imkânlarla donanmış Londra’ya hayranlıkla bakıyor; “Bütün memâlik-i mütemeddineyi dolaşmağa ne hâcet. İnsan yalnız Londra’yı im’ân-ı nazarla temaşa eylese göreceği bedâyi’ akla veleh getirir. Londra’ya enmuzec-i âlem denilse mübalağa değildir. Ruy-ı arzda mevcud olan âsâr-ı terakkînin fotoğraf ile resmi alınmış olsa medeniyet-i hâzırayı ancak Londra kadar gösterebilir.” sözleriyle, Batılılar gibi müreffeh bir hayat yaşamayı hayal ediyordu. Kemal’in “medeniyetsiz yaşamak ecelsiz ölmek kabîlindendir.” cümlesi, o devrin “terakki fikri”ni özetlemektedir. Yapılacak iş bellidir: Terakki etmek. Nitekim Kemal; “Acaba ne vakit vatanımız da böyle bir devr-i terakki görecek?” cümlesiyle bunu dile getirir. Hasılı Batı’nın maddî gücü ve İslâm âleminin bu güce sahip olma isteği, ‘terakki etme’, ‘muasır medeniyete ulaşma’, ‘çağdaşlaşma’ vb. söylemlerle bugün de sürmektedir.
***
Ancak başlangıçtaki hayranlık psikolojisi, gerek Batılıların ekonomik ve teknolojik güçle İslâm dünyasına zulmetmesi, gerekse Müslümanların İslâm’dan kopma ve Batı toplumlarındaki ahlakî çürümenin kendilerine de bulaşabileceği endişesiyle, zamanla değişmiş ve yerini Batı medeniyetine şüpheyle yaklaşmaya bırakmıştır. Nitekim Şeyhülislam Mustafa Sabri’nin Musa Carullah Bigiyef’e karşı yazdığı ‘Terakki Edelim Fakat Müslüman Kalmak Şartıyla’ (Sebilürreşad, 24 Temmuz 1335) başlıklı makalesindeki şu satırlar, o günden beri tüm Müslüman aydınların ortak kaygısıdır:
“Ben Müslümanların maddeten ve ahlâken inhıtâtını ve belki kısmen iflasını inkar edenlerden ve buna çaresaz olacak intibah ve teceddüd yollarının önüne sed çekmek isteyenlerden değilim. Ancak buna çare olacak diye açıktan veya gizliden din-i İslâm’ın tahrib veya tahrifine lüzum gösterilirse, o zaman ben Müslümanların bu hâl-i sefâlette kalmalarını haklarında daha hayırlı görürüm. (...) Ve ben Müslümanların mesut bir dünya yüzüne çıkmasını samim-i vicdanımla arzu eylediğim halde dinimizin üzerine basarak erişebileceğimiz yüksek dünyamıza lanet ederim.”
***
Evet, Mustafa Sabri Efendi, ilerlemeye karşı değil, ilerleyelim derken ‘İslâm’dan kopmayalım, benliğimizi yitirmeyelim, İslâm’ı tahrif etmeyelim’, diyor. Haklı bir endişe. Üstelik endişesinde yalnız değil. Meselâ Mehmet Âkif ve Said Halim Paşa; hatta Celal Nuri İleri de aynı endişeyi taşıyor. Bu sebeple Batı’dan bilim ve teknolojiyi almaya olumlu bakmakla beraber, kendi kültürümüze sımsıkı sarılmayı öneriyorlar. Meselâ İleri; “Bir millet terakki etmek isterse medeniyet-i sanayieyi alır. Medeniyet-i asliyesini kemâl-i taassupla muhafaza eder…” diyor.
Hasan Hikmet de Sırat-ı Müstakim’deki (24 Teşrin-i evvel 1340) bir makalesinde; “Garb’ın medeniyet-i zahiresi, yani ulûm ve sanayi, ruh-ı medeniyetimiz muhafaza edilmek şartıyla ahz ve iktibas…” olunmalıdır, diyerek aynı düşünceyi savunuyor. Batılılaşmanın yıkıcı etkilerini gören Yahya Kemal’in; ‘Ezansız Semtler’deki “Fakat Frenk hayatının gecesinde sabah namazına kalkılır mı?” cümlesi de aynı kaygının ifadesi ve hâlâ önemli bir soru işareti!
Hâsılı, birkısım aydınlara göre terakki etmek, Batı’dan bilim ve teknoloji almak şart! Ama birtakım kaygılar da var. Haftaya Tunuslu Hayrettin Paşa’yı dinleyelim. Bakalım kaygıları giderebilecek mi?
Bir de güncel politika asıl kaygılarımızı unutturmasın!..