Eleştiri ihtiyacı
Geçen haftaki yazımda entelektüelin en önemli vasfının eleştirel tavır olduğunu belirtmiştim. Bugün eleştirinin önemine ve eleştirmende bulunması gereken bazı vasıflara değineceğim.
Eleştirel tavrın ana amacı hakikati, güzeli ve iyiyi tespittir. Bu nedenle sanat ve toplumdaki aksaklıkları açıkça dile getirmeyi gerektirir. Nitekim İngilizce ‘criticism’ sözcüğü Eski Yunancadaki ‘krinein’ fiilinden gelir ve anlamı ‘yargılamak, ayırt etmek, kesmek’tir. Cemil Meriç’in; “tenkitçinin görevi iyi bir kitabı kötü kitaptan ayırmaktır” (Mağaradakiler, s. 243) dediği üzere eleştirinin asıl işlevi iyiyi kötüden, güzeli çirkinden, doğruyu yanlıştan ayırt etmek, sanat eserlerini ve toplumsal olguları bu bakımdan teraziye vurmak; “aklın, bilginin ve zevk-i selimin sesi” olarak kamuoyuna yol göstermektir. Meriç, bu işlevinden hareketle; “dürüst ve uyanık tenkitçinin ilk vazifesi, edebiyat cumhuriyetinde inzibatı sağlamaktır.” (M, s. 245) diyor. Bunun dışında “edebiyat kiliselerinin bilgisizliğine son vermek, önyargıları temizlemek” (M, s. 245), böylece niteliksiz, liyakatsiz, birikimsiz sanatkâr ve siyasetçilerin ortalığı sarmasını önlemek gibi işlevleri var.
Peki bir eleştirmende bulunması gereken en önemli vasıflar nelerdir?
Evvelâ ve elbette ‘hakikat aşkı’… Bu aşk onu sadece hakikate ve vicdanına tâbi kılarak insanda bir ‘ahlakî duruş’, bir hassasiyet oluşturur. Böyle bir ‘hassas ruh’, eleştirmeni susmaktan alıkoyar ve her tehlikeye karşın hataları düzeltmeye, “günün şartlanmalarını” önlemeye iter. Ancak bu hassasiyeti dolayısıyla eleştirmen eninde sonunda poetik veya politik iktidarlarla karşı karşıya gelir.
Hasılı Cemil Meriç’in Hilmi Ziya Ülken için söylediği şu sözler; aslında bir aydında/ eleştirmende bulunması ve bulunmaması gereken vasıflara işaret eder. Meselâ der ki: “Hangi haksızlığa dur dur diye haykırdı?” Demek ki aydın, haksızlığa dur diyebilendir. Der ki; “Maziye ihanet etti, istikbali kuramadı.” Demek ki aydın mazisine ihanet etmeyecek, gelecek inşa etmeye çalışacaktır. Der ki; “Yetmiş yıllık hayatında tek kavga yoktur. Hiçbir soyguna katılmadı, doğru. Ama, kırk haramilerin bahşişleri ve sadakalarıyla yaşamadığını ileri sürebilir miyiz?” Demek ki aydın gerektiğinde kavga edecektir. Soyguna katılmamak yetmez, kırk haramilerin bahşiş ve sadakalarını da reddetmelidir. Ve sonunda şunu söyler: “Bir çağın kurbanı oldu, çağın ve kendi zaaflarının” (M, s.254) Demek ki eleştirmen/ entelektüel, çağın ve kendi zaaflarının kurbanı olmamalıdır…
Bunun dışında bir eleştirmen, güzeli çirkinden, iyiyi kötüden ayırt edecek bir yeteneğe, sezgiye sahip olmalıdır. İyi işiten bir kulağa, keskin bir göze, biçim ve içerik bakımından eserin derinliklerine nüfuz edebilen bir kavrayışa meselâ. Böyle yetenekler olmadan “güzeli sezmek, çirkinden ve kötüden kaçmak, bayağı eserlerin aldatıcı cazibesine kulaklarını kapamak” (Meriç, M, s. 244) mümkün değil!.. Nitekim Oscar Wilde, “o ince seçici ruh, neyi dahil edip neyi dahil etmeyeceğini belirleyen zarif hüner, eleştiri yeteneğinin en belirgin hâlidir…” (Yalanın Yozlaşması, s. 104) diyor. Bunun da tıpkı sanat gibi doğuştan gelen, ama mutlaka bilgi, birikim ve yöntemle beslenmesi gereken bir yetenek olduğu kanaatindeyim.
Sözümü Wilde’ın bir cümlesiyle bitireyim: “Eleştirinin olmadığı bir çağ ya sanatın kıpırtısız durduğu (…) katı kurallarla sınırlandırılmış belli biçimdeki eserlerin kopyalandığı bir çağdır ya da içinde hiç sanat barındırmayan bir çağdır.” (Yalanın Yozlaşması, s. 106)
Bugün İslâm dünyasının en büyük sorunu kanaatimce böyle bir ‘inzibat’ın, eleştirel tavrın; dolayısıyla gerçek anlamda entelektüel bir zümrenin bulunmayışıdır.