Edebiyatta lafız ve mana

Yaratılmış tüm varlıklar, bir öz (cevher/ ruh) ile bir şekilden (beden-kabuk) meydana gelmiştir. Medeniyetin de böyle maddî ve manevî olmak üzere iki cephesi var. İnsanın icat ettiği teknoloji; araç-gereçler, mimarî yapılar vs. medeniyetin maddî cephesini, teknolojinin arkasında bulunan ve onu yapan ruh; büyük arzu, ihtiras, irade, çile veya neşve ise manevî cephesini oluşturuyor… Yahya Kemal’in “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” adlı şiirindeki;

“Ulu mâbed! Seni ancak bu sabah anlıyorum;

Ben de bir varisin olmakla bugün mağrûrum

Bir zaman hendeseden âbide zannetimdi;

Kubben altında bu cumhura bakarken şimdi

Cedlerin mağfiret iklimine girmiş gibiyim”

mısralarını hatırlayın! Demek ki Süleymaniye sadece bir ‘hendeseden’ ibaret değil!.. Bu geometrik maddî yapının ardında bir ruh var. O ruh; yani mana, “Cedlerin mağfiret iklimi”dir. Şair, “Seni ancak bu sabah anlıyorum” dediği üzere, suretten hareketle taş bina içinde mündemiç olan bu iklimi; ruhu/ manayı keşfetmiştir. Peki herkes o manaya nüfuz edebilir mi? Hayır! Çünkü ehl-i dili ancak ehl-i dil olanlar anlar! Bu da mühim; fakat bir bahs-i diger…

Sanat ve edebiyat eserleri de böyle; bir cephesinde lafız, bir cephesinde mana var. Şiirde, hikâyede, romanda, resimde, heykelde, müzikte bir form, bir de bu formun derununda bulunan ve o forma ruh/ can veren bir cevher bulunmakta. İşte bu cevhere mana diyoruz. Dolayısıyla ne yaratılmış varlığın, ne medeniyetin, ne de edebî eserin maddî ve manevî cephesini birbirinden; yani teknolojiyi, bedeni ve lafzı, ruhundan/ manasından ayırmak, birini bırakıp diğerine sarılmak mümkündür. Hâl böyleyken, maalesef varlıkta, medeniyette ve edebiyatta ruhtan/ manadan uzaklaşıp teknolojiyi/ lafzı önceler olduk. Ve neticede, Batı’dan salt teknoloji almak medenileşmenin; aynı şekilde salt edebî şekil ve teknikleri almak da ‘özgün’ ve ‘yeni’ olmanın temel ölçütüymüş gibi algılanmaya başladı. Nitekim bu modern ‘biçim/ teknik’ tutkusu, son dönemde bazı muhafazakâr/ dindar yazarlara da sirayet etmiş görünüyor. Okuduğum pek çok öykü yazarı, ‘modern’ olmak pahasına, eserlerinde manayı es geçerek, tüm güçlerini sadece modern kurgular inşa etmeye, bilinçaltını değişik anlatım tarzlarıyla dile getirmeye, bilinç akışı, iç konuşma, monolog, çerçeve öykü tekniği, sarmal olay örgüsü vb. anlatım tarzlarını ve kurgu tekniklerini kullanmaya hasrediyorlar. Bu ise ortaya lafzen/ şeklen güya yeni, özgün, geçici olarak göz kamaştırıcı; lâkin mana olarak zayıf; dolayısıyla ruhsuz/ cansız eserlerin ortaya çıkmasına sebep oluyor. Ve daha önemlisi yazılanlar, heyecandan, manadan, dertten, aşktan mahrum olduğu ve sadece lafız/ teknik cambazlığı peşinde koşulduğu için –ki bunlara eskiler sanatkâr değil hünerver derlerdi- okurun kalbine dokunmuyor, muhatabında bir heyecan uyandırmıyor.

Nabi; “Cisimden ruh u sadefden dür şecerden mivedür/ Sanman ey zahir-perestân lafzı manadan murad” beytinde, böyle sadece lafız/ teknik peşinde koşan sanatkârlara zahirperest der. İslâm estetiğine tâbi olduğunu iddia eden yazar, ‘zahirperest’ olmamalı. Nitekim Sezai Karakoç da “…şair, biçim peşinde iken ruhunu yitirmemek, geometrinin, şemanın tutsağı ve kurbanı olmamak durumunda ve zorunda.” (Edebiyat Yazıları, I, s. 62) diyerek buna işaret eder.

Yerli ve milli olma iddiasında olan yazar, Şeyh Galib’in şu sesine kulak vermeli:

“Etmeyen lafzını pervane-i şem’-i mana

Yek-zebân-ı şu’le-i tevhid olmaz”

Yani diyor ki; lafzını (şekli) mana mumunun pervanesi etmeyen, tevhit ateşiyle aynı dili konuşmaz, dildaş olamaz. Öyleyse “hangi suyun sakası” olduğu (m/n)uzu bilmek hakkımız değil mi?..

Haftaya bu konuya devam edeceğim…

YORUMLAR (3)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
3 Yorum