Dünyaya, yazmak için bakan şair İlhan Berk
Çoğu şairin kendine özgü bir dili, biçimi, sesi, söyleyişi vardır. Meselâ Yahya Kemal’in, Haşim’in, Âsaf Hâlet’in şiiri kendine özgülüğüyle hemen belli olur. Düşündüm. İlhan Berk’in kendine özgü bir şiir çizgisi var mıydı? Hayır! Belirgin, tek bir İlhan Berk şiiri yok bence; hatta ona göre şiirin belirli bir yazılma biçimi de yok! Şiir hayatı boyunca o kadar farklı şiir arklarına girmiş, o kadar çok biçim ve dil denemiş ki… Nitekim kendisi de “Şiirin bütün alanlarına, çıkar-çıkmaz sokaklarına yürüdüm. Şiirin bir değil kırk türlü yazılabileceğini düşündüm. Uğramadığım, görmediğim sokak, ev bırakmak istemem.” (KA, s. 81) sözleriyle belirtiyor bunu.
Hangi duraklara uğramadı ki?.. Güneşi Yakanların Selâmı (1935)’ndan İstanbul Kitabı, Günaydın Yeryüzü, Türkiye Şarkısı, Köroğlu (1955)’na kadar, esas itibarıyla Nazım Hikmet’in ‘söze dayalı’ şiirinin izini sürer. Ayrıca biraz Haşim, biraz Necip Fazıl. Bir de İstanbul Kitabı (1947)’nda Walt Whitman etkisi. Onunla bir şehre, kalabalıklara bakmayı öğrenir. Âdeta bir ‘sosyalist flaneur’ gibi dolaşır sokaklarda; işçilere, gecekondulara, atölyelere bakar; ama yumruklarını sıkarak. Gördüğü daha çok “Boyunları bükük/ Yorgun asabi kederli kindar” yoksul insanlardır. Sonunda da yumrukları havada haykırır:
“Paydos yolunu kesen çamura kelepçelere boyunduruğa
Paydos zincirlere kara günlere paydos”
Oysa 1930’lu yıllarda yayımladığı “Müslümanlar” şiirinde şehre böyle bakmıyordu. Meselâ diyordu ki;
“Uzak bahçelerde salâ veren Müslüman çocuklar var
Selâm kadar engin ve sonsuz hikâyeler söylemesini bilirler”
Ne güzel değil mi? Ama bu şiiri sürdürmemiş. Sol ideolojinin etkisi, Köroğlu(1955)’nda daha belirgin. O bildiğimiz Köroğlu, şiirde ideolojik bir kahramana dönüşmüş.
Sonra şair, ‘söze dayalı’ korodan çıkar. Galile Denizi (1958) ile İkinci Yeni’ye açılır. Bu kitapta İstanbul’a tekrar dönmüştür; lakin yumruklarını sıkarak değil, bir resme, bir gravüre bakar gibi bakıyor şehre. Anlamdan, akıldan kaçıyor artık. “Saint Antoine’ın Güvercinleri” bu değişimin ilk örneği. Her ne kadar anlama, akla, açıklamaya, öykülemeye karşı çıksa da, bence bu şiirde hâlâ eski izler var. Ama artık şehir, denizi, serçeleri, güvercinleri, başını suyun yüzüne çıkarmış balıkları, karıncaları, göğü, bulutları, kiliseleri ile görünüyor. Şair, imgesel şiirin, Picasso ve Paul Klee’nin izinde, sürrealistlerle haşır neşir.
Yeri gelmişken, onun için dünya sadece yazılmak için vardır. Bunu da “ Ben bir yaprağa, bir kurşunkaleme, bir kuşa, yer değiştiren, değiştirmeyen bir buluta, bir insana hep yazılmak için bakarım. (…) dünyayı ancak yazmak için sırtımda taşıyorum.” (KA, s. 167) sözleriyle belirtiyor.
Bakmak! Berk’e göre “Çağımızın şiiri göze seslenen şiirdir” (KA, s. 11). “Ben sıkıldım mı insanlara bakarım” diyor ya bir şiirinde. Öyledir; meselâ “Paul Klee’de Uyanmak”ı “Ad Marginem” tablosuna bakarak yazar. Nelere bakmaz ki? Gökyüzüne, şehirlere, evlere, sokaklara, resimlere, gravürlere, taşlara, otlara, sayılara, harflere… Sonra tarihin, mitolojinin denizinde yüzer. “Mai ve Siyah”a, “Hamsi”ye bile şiir yazar; üstelik alışılmış sınırları yıkarak!
Sezai Karakoç “Akımının en uç noktalarını tekelinde bulunduran şairi”dir (EY II, s. 34) demişti onun için. Doğrudur Çivi Yazısı’ndan Pera’ya şiiri en uç noktalara taşıdı.
Metafiziğe açık değildir şiiri, trajedisi yok, yapılan bir şiir hissi uyandırır bende. Yine de “Yitik bir ufukta” yüzlerce şiir yazdı. En sevdiğim şiirlerindendir “Üç Kez Seni Seviyorum Diye Uyandım”. “Benim yüzüm bir bayram telâşıdır” diyor bir şiirinde, ne güzel!..
“Bir gök şiirde ağar, bir sokak şiirlerde/Gider gelirdi/ Böyle yaşayıp git[ti]” İlhan Berk…