Dikeyde şiir yatayda roman…
Roman ve hikâye, modern dünyanın rağbet ettiği iki edebî tür. Meselâ şiir, bu iki tür kadar rağbet görmüyor. Çünkü muhatabından daha çok birikim, daha çok derinlik, daha çok yoğunluk ve en önemlisi ‘hayatta kendisine bir yer açmasını’ bekliyor. Dolayısıyla daha seçici. Roman ve hikâye kadar kitlesel değil. Bence bunda çağın yaşama biçiminin de etkisi var. Modern çağ, günlük ilişkilerin daha ağır bastığı, insanın kendisiyle baş başa kalmasına daha az imkân bulabildiği bir çağ. Şiir ise, tefekkür ve tahayyülde dikey işleyen, ruhta derinlemesine kazı yapmayı gerektiren içe dönük bir tür. Oysa bu çağın insanının tefekkürde/ duygulanmada ve tahayyülde dikey ilerlemeye tahammülü yok; hatta yatay düzlemdeki gündelik ilişkiler ağından çıkıp ruhta dikey kazılar yapmaya pek mecali kalmıyor da denebilir. Sonra modern hayatın ‘hız’ı böyle bir molaya ya da dikeylemesine dalışlara pek izin vermiyor bence. Dolayısıyla içten çok dışı, dikeyden çok yatayı; geniş zamanları, mekânları, insanları ve onların günlük hayattaki ilişkilerini/ çatışmalarını anlatmaya uygun olan roman ve hikâyenin, modern dünyada rağbet görmesi doğal.
Türk edebiyatı da çağın yaşama biçiminden ayrı işlemiyor sonuçta. Bizde de dünyadaki eğilimlere ve modernleşmeye uygun olarak, roman ve hikâye daha rağbet gören, daha çok okunan edebî türler. Ama buradan şiirin değersizleştiği gibi bir sonuç çıkarılmamalı. Bence tam tersine, şiir değerini artırarak koruyor; ancak daha nadir, daha seçici, daha seçkin bir sanat olarak. Hatta çağın tefekkür, tahayyül ve tahassüs bakımından şiirin gerisine düştüğünü dahi söyleyebiliriz. Bu geri düşüş, şiirin değerini azaltmıyor, aksine artırıyor. Aşkların onca kalabalık ve ilişki ağı arasında ‘son bakışta’ yaşanabildiği bir çağdan şiir de nasibini alacaktı elbet. Tam burada, göndermeden de anlaşılacağı gibi Walter Benjamin’in Son Bakışta Aşk adlı eserini hatırladım. Konuyla ilgisi yok gibi görünebilir ama var bence!.. Yaşamın hızla aktığı metropollerde, anlık karşılaşmalar, anlık göz göze gelişlerde parlayabiliyor artık aşk duygusu; “bakan ve bakılanın kalabalığın içinde kaybolmasından hemen önce yaşanan şok” (Benjamin, s. 37). Bu nedenle “büyük şehir insanını ilk bakışta değil, son bakışta aşk” (s. 129) büyüleyecektir, der Benjamin. Evet böyledir! Günümüzde ‘aşk’, son bakışta, son bakıştaki şokta. Hız ve kalabalık, aşkı olduğu gibi tefekkür ve tahayyülü, buna ayrılan zamanı; dolayısıyla şiiri de etkiliyor. Artık güneşin ya da yıldızların altında dolaşmıyor âşık, duygularını, tahayyüllerini, tefekkürünü derinlemesine, dikey olarak uzun uzun tahlile vakti yok, neonların, metrobüslerin, trenlerin arasında koşuşturuyor, hızla akan hayatta âniden bir şey çarpıyor gözüne, ardından bir şok, bir infilâk… Sonra hayat, yatay düzlemde yine devam ediyor, kaldığı yerden. Böyle bir tempoda, elbette son bakıştadır aşklar, dikeylemesine, derinlemesine tahayyül ve tefekküre fırsat yoktur. İşte bundandır roman ve hikâyenin revaçta olması, şiirin daha az rağbet görmesi.
Ama her şeye rağmen şiir, kendini daima hatırlatacak; insan, yatay düzlemde ve hızla akan zamanda hep bir şeylerin yokluğunu hissedecek, bütüne özlem duyacak, son bakışta da olsa aşktan asla kaçamayacaktır. Bu nedenle roman ve hikâyenin uzanamayacağı derinliklerde, içte daima yaşayacak, Özel’in dediği gibi; “insanların günlük yaşayışlarında kelimelerin anlatım gücüne ulaşamadıkları, kullanılan dilin gerektirdiği ilişkilere olan güvenin sarsıldığı bir ortamda (…) insanların özlediği, istediği ve işlerine yarayacağına inandığı bir etkinlik olarak” (Şiir Okuma Kılavuzu, s. 23) âniden ve diriltici bir şok hâlinde dışa vuracaktır!..