Cenap Şehabettin İran ve Şiîlik
Irak ve Suriye’deki savaşın Müslümanlara büyük zarar verdiği muhakkak. Ama en kötüsü mezhep kavgası. Halep’teki son katliamlar ve İran’ın, Irak ve Suriye’de izlediği politikalar, basında ve sosyal medyada Şiî-Sünnî tartışmalarını alevlendirdi. Türkiye’deki Müslümanlar, Halep halkının katledilmesinden dolayı İran’ı suçluyorlar. Hatta bunu, bir “Şiî kini” olarak değerlendirenler var. İran’ın bugünkü politikası, Şiîliğin tarihi ve mahiyetiyle açıklanabilir mi, bilmiyorum. Bu konuda yorum yapmak bana değil uzmanlara düşer. Ama en azından bugüne ışık tutacağını ve meselenin ilmî bir bakışla değerlendirileceğini ümit ederek Cenap Şehabettin’in Şiîliğe dair görüşlerini özetlemek istiyorum.
Cenap, 1914’te bir gemiyle, Kızıl Deniz’den başlayarak, Basra Körfezi, Basra ve Dicle Nehri yoluyla Bağdat’a gider ve bu seyahate dair izlenimlerini Tasvir-i Efkâr gazetesinde “Âfâk-ı Irak” başlığı altında yayımlar. Yazılarından birinde, Şiîlik üzerinde genişçe durur. Önemli bir yazıdır. Sözlerinin başındaki; “Şiîlik: İşte bir kelime ki derin bir hendek gibi İslâmiyet’i ikiye ayırıyor!” cümlesi, Cenap’ın meseleye bakışını gösteriyor. Ona göre Şiîlik, dört mezhebin dışında ve en önemlisi “ikinci bir İslâmiyet”tir. Yazarın asıl sorusu şu: Şiîliği, bu “ikinci İslâmiyeti kimler ve niçin vücuda getirdiler?” Şiîlik, bir hissî mesele mi, Mecusîlikle ilgisi var mı veya bir siyasî mezhep mi? İşte bu sorulara cevap arıyor Cenap.
Ona göre Şiîlikle ilgili bu üç iddia da bütünüyle doğru değil; ama her birinde bir haklılık payı var! Şair, Şiîliğin bir hâlet-i ruhiye ve Zerdüştlüğün yadigârı olarak başladığını, sonra siyasî bir mezhebe dönüştüğünü düşünüyor ve doğuşunu şöyle açıklıyor: Büyük İskender’in darbesine kadar İran’da bir ırk, dil ve din birliği vardı. Ancak melikler devrinde bu ‘birlik’ sarsıldı. İran ırkına, diline ve dinine yabancı unsurlar karıştı. Bu sarsıntının akabinde Hz. Ömer İran’a son darbeyi vurdu. Persler, İslâm’ı kabul etti. Ama devletlerini yıkan Araplara daima kin duydular. İslâmiyet başka, Araplık başka dediler! Daha önemlisi, İslâm’ın bünyesine, İran’ın kadim mitolojisi ve batıl inanışları karıştı.
Asıl soru: Hz. Ali ile Hz. Muaviye arasında hilafet çatışması çıkınca, yeni Müslüman olan İranlılar, neden tarafsız kalamadı? Oysa iki taraf da Arap’tı ve mantığa uygun olanı, iki Arap serdarı arasındaki imamet davasına lâkayt kalmalarıydı. Ancak, Cenap’ın dediği gibi “hissiyatın başka bir mantığı vardır.” İnsanoğlu, sevmediklerinin yenilgisini alkışlayarak, bir tür intikam alır. İşte İran, bu konuda, intikam hissiyle hareket etmiş, Hz. Muaviye’den yüz çevirmiştir.
Bir de Acem kisrası Yezdicerd’ın kızı Şehrbanu ile Hz. Hüseyin’in evliliği… Bu evlilik neticesinde İranlılar, Hz. Ali’nin ailesiyle akraba oldular. Dolayısıyla, kendilerini Hz. Ali ve ailesine yakın hissettiler…
Ayrıca, Mecusîliğe göre “hakk-ı verâset” kutsaldır ve bundan dolayı saltanat ancak babadan oğula (evlâd-ı mabûda) geçebilir… İranlılar, buradan hareketle, Peygamber Efendimizin (a.s) damadı ve manevî oğlu olan Hz. Ali’nin hilafet hakkından zorla yoksun bırakıldığına inandılar…
İşte İranlılar, bu düşünce ve duygularla Hz. Ali’ye pek çok kahramanlık izafe etti. “Hayber fethinde kale kapısını bir hamlede söküp atan Hz. Ali, kale kapılarını kalkan gibi kullanan Hz. Ali, bir kılıç darbesiyle dağları biçen Hz. Ali” vb. büyük olaylar, bir Ali nişanesi oldu. Bununla beraber henüz Şiilik telâffuz edilmemiş, Ali sevgisi, bir mezhep şeklini almamıştı.
Cenap’ın görüşleri ilginç! Haftaya devam edeceğiz…
(Cenap’ın yazısı için bkz. Âfâk-ı Irak, Dergah Yay. 2002, s. 74-79)