Cahit Sıtkı’ya ve bugünün edebiyatçı ‘çocukları’na dair
Cahit Sıtkı, 1930-1950 arasında şiir yazmış bir şair. Şiirleri, hayatla ölüm arasında gidip geliyor; yaşama arzusuyla dolu. Ama nedense; belki de kırık aşklardan, avarelikten veya başarılı olamadığı duygusundan, bir türlü arzuladığı hayatı yaşayamaz şair. Bu, onu bedbinliğe sürükler, yer yer karamsar bir ruh hâli yansır şiirlerine. Meselâ; “Baharda yaşamanın bilmedim tadı nedir” (Bütün Şiirleri, s. 35) der. Gönlü hep; “Gemi yüzü görmeyen bir limanın hüznü…” (s. 35) ile doludur, bahtı “…bir türlü ateş/ Almayan çakmak gibi”dir (s. 48). Bu ümitsizlikle kimi zaman “Ben bu dünyaya yanlış gelmiş olacağım ben” (s. 56) diye isyan eder, pencerelerden bakar ve “Hırsından, camlara yumruk savurur” (s. 64)… Tek çaresi vardır; hayal bir beldeye kaçmak ya da arzuladığı ancak yaşayamadığı dünyayı şiirlerinde kurmak. Meselâ bu duygusunu;
“Sevgilim, burdan uzak,
Uzaklarda yaşamak,
Sevmek ve ölmek için,
Açılıp denizlere,
Bir gün gitsek mi dersin
Sana benzeyen yere.” (s. 85)
dizelerinde dile getirir. Treni kaçırmadan, arzuladığı hayatı yaşamak bir tutkudur onda. Nitekim Ziya Osman’a yazdığı bir mektupta; “… hayatı her şeyiyle çok, ama pek çok seviyorum. Bu aşkımı tam olarak terennüm etmeden gümbürdeyip gidersek, çok yanacağım…” (Ziya’ya Mektuplar, s. 63) der. Gün eksilmesin ister penceresinden; “Dünyadan daha çok kâm almak”tır (s. 106) emeli, Bu nedenle ölmekten korkar; “Kapımı çalıp durma ölüm/ Açmam;/ Ben ölecek adam değilim” (s. 101) der. Lâkin aynalar!.. “Yıllar yılı dost bildiği” aynalar, gerçekleri gösteren bir nesnedir onda. Hayatın gelip geçtiğini ve faniliği gösteren bu ana figür zamanla “Sert konuşmaya başla[r]…” (s. 157); faniliği, yaşlılığı ve ölümü hatırlatır. Ölüm karşısında aciz ve mahzundur artık. Bu aczle; “Neylersin ölüm herkesin başında/ Uyudun uyanmadın olacak” der. Bu mahzun ve âciz hâl, şiirini kuvvetle eskilerin ‘fâni dünya’ anlayışına bağlar.
Lâkin ben, hep bir boşluk hissederim Cahit Sıtkı’nın şiirinde. Hayatla ölüm arasında gidip gelen ve fanilik duygusuna bağlanarak ölüme baş eğen Cahit Sıtkı’nın şiirindeki bu büyük boşluk, kanaatimce ‘metafizik’tir… Sezai Karakoç’un deyişiyle “fizikötesi yaşantılı bir kazazede” değildir o. Modern dünyanın bunalımlarından ve varoluşsal sorunlardan uzaktır. Bu nedenle insanın evrendeki trajik yalnızlığını ve yabancılığını kavrayamaz… Eserlerinde öne çıkan sıkıntı ve karamsarlık teması, modern, varoluşsal ya da metafizik ‘kaygı’lara bağlanamadığı için kökleri zayıftır şiirinin. Bu nedenle genelde; “Ne belli bir yerim var, ne de sevdiğim biri/ Sürünüp gidiyorum” dediği üzere günlük sızlanmalardan ibaret kalır .
Hâsılı şiirde, estetik yapısını “dildeki içkin özelliklerde” arayan, Ahmet Haşim’le Yahya Kemal’den gelen ‘pathos’ çizgisini sürdürür… Mehmet Âkif ve Nazım Hikmet’in temsil ettiği ahlâk ve dava ağırlıklı ‘ethos’ çizgisine uzaktır. Nitekim Ziya Osman’a yazdığı bir mektupta; “Biz, şairden hikmetler yumurtlamasını (…) ahlâk kaideleri vaz’etmesini gençliği ve müstakbel nesilleri irşat yollu vaazlarda bulunmasını istemiyoruz ki!” (s. 124) der.
Şiirlerindeki boşluk bir yana, güzel şiirleri var Cahit Sıtkı’nın. Ama en güzeli, sanat meydanına tek başına atılması ve bu bağlamda söylediği şu sözledir:
“Fakat bütün bu çocuklara şunu öğretmek lazım: Sanat meydanına tek başına atılmalı insan. Eş dostla, grup hâlinde falan atılmak (sen de tecrübelerinle bilirsin) pek hoş bir şey değil.” (Ziya’ya Mektuplar, s. 153)
Bu sözler, bugün bazı edebiyat dergilerinde ve yayınevlerinde birbirlerini takdim eden ve ‘dayanışma içinde’ ayakta kalmaya çalışan ‘çocuklar’a bir şeyler söyler mi acaba?..