Bunca varlık var iken nerde gönül darlığı?
Hayatın ya da fâni gücün rahat ve insanı uyuşturan süslü, sahte, yılışık yanına yaslanarak –ki ben buna ‘dünya körlüğü’ diyorum- sanat yapılmaz. Bu itibarla sanat, hayatla ölüm arasında, bir başka deyişle şu gölge, yalan, kahpe dünya ile ‘asıl vatan’ arasında, ‘gurbet’te kalmış bir ‘garib’in –modern dünyaya göre barbarın- acz içinde ve ıstırapla attığı çığlıklardan başka bir şey değil. İşte bu sebeple sanatın kökeninde o büyük Hakikat’e tâbi olmaktan kaynaklanan ve dünya ile uzlaşamayan bir tedirginlik, fıtrî/ilahî bir gerginlik yatar. Şiiri de, resmi de, müziği de, romanı da, öyküyü de besleyen, kelâma, sese, boyaya, taşa ruh veren işte bu ontolojik gerginliktir. Kimi sanatkârlar, ‘eşik’te bulunmanın doğal sonucu olan “yaşamayı bilmeme” hâlinden dolayı ruhlarındaki o büyük ontolojik gerginlikle hayatla uzlaşamaz, dünyaya, adaletsizliklere, zulme ve kirli ilişkilere şiddetle karşı çıkarlar; bu sebeple eserlerine de ‘uzlaşmazlık ve isyan’ egemendir. Sanat bu bakımdan -insanın gurbette olması ve ‘Bütün’e erme arzusundan dolayı- içimizdeki ‘büyük boşluk’u doldurur; en azından bu boşluğu dile getirir, tabii ki ‘boşluk’u olandan doğar ve ancak ‘boşluk’u olana değer, ‘hoşluk’ arayana değil! Onun için İsmet Özel’in “Şiir hoşumuza giden bir şey değildir, boşumuza gelen bir şeydir” sözü önemlidir. Modern Türk şiirinde bu boşluğu en derinden hisseden, dolayısıyla şiirinde ‘isyan’ çığlıkları atan şairlerin başında İsmet Özel geliyor kanaatimce. Bir de meselâ onun gibi değil ama kısık ve mahcup sesiyle inleyen ve sanki tüm şiirlerinde “Yıka dünya kirinden ellerini/ Belki çıkar” diyen ‘ara’daki Behçet Necatigil… Ama neticede –dilleri, söyleyişleri farklı olsa da- “Duygular paketlenmiş, tecime elverişli” diyen Özel’le “Ve şairler boyuna kimlere yazarlar?/ Yıkılmış köprülerin başında/ Ürkmüş boşluktan biri inliyorsa/ Ve şairler onlara geldimlere yazarlar” diyen Behçet Necatigil’in şiiri aynı ‘ontolojik gerginlik’ten beslenir. Kimi sanatkârlarda ise o büyük ontolojik gerginlik, bir ‘isyan’ hâlinde değil de –yine dünya ile uzlaşmaksızın- esere bir dinginlik ve ‘Bütünlük’e erme neşvesi hâlinde yansır. Meselâ “Uzatma dünya sürgünümü benim” diyen Sezai Karakoç’un şiiri bu ‘dingin ruh’a daha yakındır. Lâkin hiç şüphesiz Türk edebiyatında o büyük ‘teslimiyet’in şiirini asıl Yunus yazmıştır. Çünkü “Ne varlığa sevinirem ne yokluğa yerinirem” dediği üzere dünyanın kaygılarından arınmış bir ruh vardır şiirlerinde.
Modern hayat; dünya kaygısıyla, ikilemleri ve çatışmalarıyla tam da Yunus’un “Bunca varlık var iken gitmez gönül darlığı” mısraında dile getirdiği ‘gönül darlığı’na uygun bir şiiri dayatıyor çağdaş şaire bence. İsmet Özel’in yukarıda sözünü ettiği ‘boşluk’, Yunus’taki ‘gönül darlığı’na denk düşer. Ancak bu ‘darlık’ı hissedebilmek her yiğidin kârı değil!..
Evet, ben de günümüz yazar ve şairlerine Yunusça, ama biraz değiştirerek sormak isterim: “Bunca varlık var iken nerde gönül darlığı?” Edebiyatımızda o ‘darlık’ yoksa –ki bana göre yok- yazarlarımızda, şairlerimizde ‘ontolojik tedirginlik ve gerilim” de yok demektir.
Şimdi sormak hakkımız!.. Dile düşmeyen ateş, kelâma da erişmez. Kül olanın ahından vazgeçip seni niçin okuyalım ki? Hangi ‘boşluk’a karşı geliyor yazdıkların sol yanımda? Bir düşün, nedir işin?..
Ne ise! Neticede herkes kendi kaderini izler… Angelus Silesius’un söylediği gibidir hayat, nasıl bakarsan öyle görürsün. Kültür endüstrisinin simge üreten işçileri diyecektim!.. Lâkin ‘gül’ açıyor, hep açıyor, kendini gözetmeden ve görülmeyi arzulamadan… Rağmen, evet rağmen!
“Güle dair bir neden yok, gül açar, çünkü açar
Ne gözetir kendini, ne görülmek arzular”