Bozulan saatlerimiz…

İnsan, Tanrı’yı unutup “terakki putu”na tapmaya başlayalı, kendini sadece “üretme”ye, daha çok üretmeye, daha çok kazanmaya; dolayısıyla “güç” elde etmeye vakfetti. Bunun sonucunda doğa/ evren onun için Tanrı’yı bilme, bulma ve temaşa etmenin –ama kanaatkârlık dairesinde rızkını temin etmenin de- aracı olmaktan çıkıp, sadece güç devşirmenin ve başkaları üzerinde egemenlik kurmanın aracına dönüştü. Üstelik bunu doğayı yok etme pahasına yapıyor. Bu itibarla modern insan, tabiri caizse yaratılan olmaya başkaldırmış, “Hâlık”lığa soyunmuştur… Kendini bilmemek; müşahit değil müdahil olduğu vehmine kapılmaktır bu!. Tıpkı İhsan Oktay Anar’ın “Puslu Kıtalar Atlası” romanındaki Ebrehe gibi. Nitekim Tevfik Fikret de bu vehimle “Haluk’un Amentüsü”nde;

“Dünya dönecek cennete insanla inandım

(…)

Bir gün yapacak fen şu siyah toprağı altın

Her şey olacak kudret-i irfanla… İnandım!”

diyecektir…

İnsanın evrende kendine biçtiği bu yeni rol, -pek çok şeyi olduğu gibi- zamanı da yeniden dizayn etmesine yol açtı. Henüz modernleşmemiş ve sanayileşmemiş Müslüman Osmanlının saati, başlangıçta Allah’a ve tabiata ayarlıydı. Nitekim Ahmet Haşim, “Müslüman Saati” başlıklı yazısında dinle saat/ zaman arasındaki bu ilişkiyi şiirsel bir üslûpla anlatmış, Müslüman Osmanlının kendi hayat tarzına özgü bir saat anlayışı olduğunu, bu saatin, güneşin, hatta ayın doğması ve batmasını esas aldığını; yani tabiî olduğunu “Müslüman gününün başlangıcını şafağın parıltıları ve nihayetini akşamın ziyaları tayin ederdi” sözleriyle dile getirmiştir. Abdülhak Şinasi Hisar da “Fahim Bey ve Biz” romanında saatle din ve tabiat arasındaki bağa; “daima güneşe uyulan bir saatin kullanıldığı” zamanlardı ve “evlerimizde namaz vakitlerini bildiren saatlerin mevkii pek büyüktü” cümleleriyle işaret eder. Ama bu konuyu her hâlde en güzel anlatan, Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”ndeki “Saat Allah’ı bulmanın en sağlam çaresi idi ve bu sıfatla eskilerin hayatını idare ederdi.” (s. 26) cümlesidir… Üstelik bu saat, Refik Halit’in “Yeni Cami Saati” başlıklı yazısında belirttiği gibi aceleci değil, temkinlidir, huzur ve sükûn içinde işler.

***

Ama modernleşmeyle beraber saatler de değişir; lâkin her şeyde olduğu gibi başlangıçta bunda da bir düalizm (ikilik) görülür; “iki yüzlü”, ”bir tarafı ezanî saati, diğer tarafı Avrupaî saati gösteren hususî saatler” (Fahim Bey ve Biz, s. 91) ortaya çıkar… “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”ndeki Hayri İrdal’ın babasının da böyle; “… pusulalı, kıblenümalı, takvimli, alaturka ve alafranga (…) zamanları sayan” (SAE, s.30) bir koyun saati vardır. Saatlerdeki Doğu-Batı sentezi!..

Ve bir tel kopar, âhenk ebediyyen kesilir!.. Kanaatimce modernizm, ilerleme, sanayileşme her neyse, “saatin tekamülüyle başlar.” (SAE, s. 245) İnsanlar, saati güneşten; yani tabiattan koparıp, zamanı mekanik bir kutuya hapsederler. Müslüman Şark’ın Allah’a ve ibadetlere ayarlı o yavaş, temkinli ve huzur içinde işleyen “mümin saatleri”nin yerini, “iş”e ayarlı “asrî”, Tanpınar’ın deyişiyle “lâik saat”ler alır (SAE, s. 30). Üstelik büyük bir “hız”la çalışırlar, nefes nefese!.. Bu hıza uyamayanlar, geri kalmaya mahkûmdur!..

Artık bu modern zamanlarda saatlerimiz başka bir âleme ayarlı. Necatigil’in de “Sevgilerde” şiirinde hüzünle söylediği üzere kimsenin kimseye sevgisini ifade edecek zamanı yok, dar vakitlere sıkıştık… Karakoç’un “Taha’nın Kitabı”nda dediği gibi; “Bozulan saat (…) eski saat değil.” (GD, s. 329)

Lâkin ne yapılırsa yapılsın, zaman hep aynı minval üzere akar; güneş saati vakti göstermekte aldanmaz ve “Ezana ayarlanmış bir vaktin ve bir saatin parazitle bozulması” mümkün değildir! (Karakoç, Sütun II, s. 713)

YORUMLAR (5)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
5 Yorum