Bir seçim hikâyesi ‘Nasipse Adayız’
Türkiye’yi seçim heyecanı sardı. Kimilerine göre bu seçimler hayat-memat meselesi. Gerçi ben bildim bileli böyledir, her seçim hayat-memat meselesidir; Ama sonuç ne olursa olsun hayat da memat da devam eder. Yani seçim var diye ne hayat ne de memat duruyor.
Bu telâş içinde ben de ‘seçim hikâyeleri’ okuyorum. Böylece hem hengamenin dışında kalmaya, hem de siyasetin ve seçimlerin edebiyatımıza nasıl yansıdığını tespit etmeye çalışıyorum. Bu niyetle okuduğum eserlerden biri de Ercan Kesal’ın “Nasipse Adayız” adlı anlatısıydı. Bugün ondan bahsedeceğim.
***
Kesal, “Nasipse Adayız”da Kemal Güner adlı bir doktorun İstanbul’da bir belediye başkanlığı için aday adayı olmasını, bu süreçte yaşadıklarını, siyaset dünyasındaki aktörleri, seçmen gruplarını (hemşeri dernekleri, muhtarlar, dinî cemaatler); hâsılı bizde siyaset çarkının nasıl işlediğini mizahî bir dille anlatır.
Kitapta olaylar, Doktor Kemal’in aday adayı olmasıyla başlar. Böylece öyküye siyaset adamları girer. Bunlar, genelde olumsuz karakterlerdir. Meselâ ‘İl Başganı’, “içinde gizli bir seri katil yatıyormuş duygusu uyandıran” (s. 42), ağzı bozuk, kültürsüz biridir. Daha başta içinde bulunduğu siyasî çevreyi; “Çoğunun başka işi yoktur. Adam ömrünü bu işlere harcamış. Seni terk etmemiş. Cahil, işsiz, salak ama senin yanında. Bu insanlara ahde vefa göstermek zorundasın.” (s. 43) sözleriyle anlatır. İlçe Başkanı Selim Beyin dediği gibi parti, onların iş ve ekmek kapısıdır (s. 186). Refik Halid Karay da bir yazısında, siyasete hiçbir kıymet eklemeyen, vaziyet bozulunca usulcacık yer değiştiren, ne kokan, ne bulaşan, her toplantıda arz-ı endam edip sahneyi dolduran bu anadan doğma sokulganlara ‘parazit partili tip’ der (“Bir Partici Tipi”, Atatürk’e Eğilen Bir Sürgün, s. 194-195). Demek ki Karay’dan Kesal’a pek bir şey değişmemiş!..
“Nasipse Adayız”ın ‘Başgan’ı, toy adaya başka şeyler de söylüyor. Meselâ belediye başkanı olursa imar, ihale işleriyle karşılaşacağını, bu durumda nasıl davranması gerektiğini; “Bi şey alınacak, bir iş var, birine verilecek, falan filan. Kime vereceksin meselâ? Herhalde kendi arkadaşlarımıza değil mi?” (s. 43) diyerek tembihliyor.
***
Neticede ‘Başgan’ın yapabilecek misin sorusuna, başına geleceklerden bîhaber; “Ben de o ekibin bir parçası olmaya hazırım” (s. 44) deyip, siyaset âlemine atılır kahramanımız. Sonra gazeteciler, anketçiler, adaylar, dinî gruplar, dernekler, yemekler, düğünler, genel başkana ulaşmak için türlü takla atmalar vs… Oysa bu dünyaya hiç uygun değildir. Nitekim daha başta, ‘İl Başganı’yla buluştuğu Belgrad Ormanlarında Metin Erksan’ın “Sevmek Zamanı”nı hatırlaması ve filmin final sahnesinin çekildiği gölün kenarında yürürken; “Resminle arama girme, ben sana değil, resmine âşığım, diyen Boyacı Halil’in derdiyle hemhâl olmak varken, aynı gölün kenarında, niye ve hangi yetenekleriyle burada olduğunu bilmediğim, kaba saba, muhtemelen cahil, şark çıbanlı bir vatandaşla ihale egzersizleri yapmaya kadar nasıl savrulmuştum?” (s. 43) demesi, onun, siyasetin kirli dünyasına uygun olmadığını gösterir. Ardından Başgan’a dönerek; “Sevmek Zamanı filmi burada çekilmişti biliyor musunuz?” der. Başgan, afallar “Ne diyor lan bu manyak?” der gibi bakar adayın yüzüne!.. Hâlâ da bakmaktadır bence! Eee böyle bir aday, “Meclis asansörü”ne fazla gelmez mi? Gelir! Geliyor zaten. Genel Başkan, bindikleri asansör çekmeyip, “Arkadaşlar, kim fazlalıksa insin!” (s. 139) deyince, Dr. Kemal iner. Asansör rahatlamıştır! Çünkü fazla gelen odur.
Hâsılı farklı bir asansör bu; herkesi çekmez! Seviye düşük, çevre de kirli. Ama insanoğlu böyle işte; daima ‘kör noktası’ndan vuruluyor!