‘Bir devlet içün çarha temennadan usandık’
Sanatkâr, yalnız güzele ve hakikate âşık sanatkâr, kendini, ‘kendini bilmeye veya bulmaya adamış bir entelektüel, nasıl olur da herhangi bir iktidara sembol üretmek için çalışır, nasıl olur da kendini bilme ve bulma gayesinden önce başkalarına ‘kendilerini bildirmek, buldurmak’ için yazar?.. Ve kendini bilmeyen, bulmak için büyük bir iç yolculuğa çıkmayan insan, nasıl olur da başkasına yol gösterir, kendini bildirir veya buldurabilir? Ama ne yazık ki böyle. Türk edebiyatı devletin beka sorunu ortaya çıkalı ve modern bir ulus olma sancısı çekmeye başlayalı, elbette siyasal, toplumsal, tarihsel şartların etkisiyle, daha çok, ulusal/ siyasal kimlik inşasına yönelik semboller üreten bir ‘araç’ olmayı seçti. Bundan dolayı yazarlarımızın çoğu, insanın varoluş sorunlarından ve sorularından uzak düşerek, siyasal ve sosyal sorunlara odaklı ‘organik aydın’ konumunda kaldı, iktidar mücadelelerinin aracı olmaya çoğu kez gönüllü, bu doğrultuda semboller üreten, kendinden çok topluma odaklı hatip rolünü üstlendiler. Şinasi’den günümüze kadar süren egemen çizgi bu!.. Ahmet Mithat, bir yazar, romancı değil, bir eğitmendi öncelikle. Ömer Seyfettin, yetenekli ama kalemini daha çok ulusal kimlik inşasına adamıştı. Türk romanında geniş yer tutan Doğu-Batı sorununa da böyle bakıldı. Konuyu ruhsal ve varoluşsal planda deşen az; biraz deşeleyen, meseleyi derinden kavrayan, ‘eşik’te kalmanın acısını derinden duyan Tanpınar. Biraz da “Beyaz Mantolu Adam” Oğuz Atay. Evet benim gözümde dünya ile uyuşamayan, robotlaşmanın, yabancılaşmanın ıstırabını derinden duyan bir “Beyaz Mantolu Adam”dır Atay. Ama meselâ Ağaoğlu’nun ölmeye yatan Doç. Aysel’ini o kadar sahih bulmam. Çünkü konuyu bir ‘kendini bulma’ meselesinden çok salt kültürel ikilem, bir siyasal/ toplumsal sorun olarak kavrıyordu; o büyük yalnızlığa, o büyük iç yolculuğa talip değildi.
***
Eğer dünyayı beşeri bir iktidar alanı, fani bir alan olarak görüyorsak –ki bana göre öyle- sanatkârın dünya karşısındaki tavrı çok önemli. Bu açıdan bakıldığında gerçek sanatkârın ve entelektüelin -özellikle modern dünyanın dayatmaları karşısında- dünyaya karşı uyuşmaz ve uzlaşmaz bir tavır alması, hatta protesto ederek büyük hakikat ve adalet duygusuyla münzeviliği seçmesi kaçınılmaz. Doğrusu eski edebiyatımız bu bakımdan daha derin bana göre. Meselâ Divan ve Halk edebiyatındaki ‘fani dünya’ anlayışının kökleri tasavvufa; kendini bilmeye ve bulmaya dayanan bir tür varoluşsal tavır olduğunu düşünüyorum. Nitekim Nabi’nin;
“Bir devlet içün çarha temennadan usandık
Bir vasl içün ağyâra müdaradan usandık”
“Düştük katı çoktan heves-i devlete amma
Ol dâiye-i dağdağa-fermadan usandık”
(Anlam: Bir ikbale, bir makama, bir güçlü konuma gelmek için dünyaya, iktidara iyi görünmekten, selam vermekten usandık. Sevgiliye kavuşabilmek için başkalarına muhtaç olmaktan usandık/ Çoktan beri makam, mevki, güç, dünya mutluluğu hevesine düştük, lakin o huzursuz edici arzulardan usandık) beyti tam da bu tavrı dile getiriyor… Aynı anlayış doğrultusunda edebiyatımızdaki Mantıku’t-Tayr, Leyla vü Mecnun, Hüsn ü Aşk gibi klasiklerin, dünyaya karşı aldıkları bu tavır nedeniyle, gerçekte evrensel bir iç yolculuğu, bir kendini bilme ve bulma yolculuğunu konu edindiğini söylemeliyim.
Çağdaş Türk yazarlarının çoğu, dünyada “acı kök tadı” seçmek yerine “baygın meyvelerin lezzet”ine kapılalı, kendini bilme yolculuğunu ve inzivayı bırakıp kitleleri inşa etmeyi, iktidarlar için sembol üretmeyi aslî görevleri bileli “çarha temenna” ediyor…
Sonuçta gerçek yazar/ şairlik, önce bir tavrı gerektirir… Şiir “insanın bütüne olan hasretini kamçılar.”( İ. Özel) Öyleyse gerçek eksik nedir, sanat hangi bütüne hasrettir?..