Âşık Garip’in Halep’inden Burhan Cahit’in Halep’ine
Halep yıkılıyor!..
O kadar kanıksamışız ki her şeyi, ekrandan ölü çocukların, kanlı yüzlerin, harap olmuş bir şehrin görüntüleri kayarken sadece seyrediyoruz. Gazetelerde manşetler, fotoğraflar ve mültecilerin sahile vurmuş cesetleri!.. Birkaç gündür dilimde Âşık Garip’in türküsü. İçim yanarak mırıldanıyorum.
Bilirsiniz. Âşık Garip, sevdiğinden ayrı düşüp Halep’e varır, Arslan Dede’nin Kahvesine bağdaş kurar, sazını eline alıp şöyle der: Cûş eyledi deli gönül/Sana geldim Halep şehri/Ayrı düştüm vatanımdan/Sana geldim Halep şehri…
Gariplerin yurdu Halep… Şimdi ne bir kapı, ne bir baca!.. Yıllar sonra, işte bugün, Halep bombalarla yıkılmış ve harap olmuşken, dilimde o türkü:
“İşte geldim gidiyorum
Şen olasın Halep şehri
Çok ekmeğin tuzun yedim
Helal eyle Halep şehri”
Bir vedâ türküsü bu! Âşık Garip’in vedâsı. Hepimizin vedası sanki! Dilimde kuru taşlar gibi yuvarlanıp duruyor. Helâl eder mi Halep bize hakkını? Bilmem!
Bir ağıt yazmak istemiyorum. Sözü burada kesmek en iyisi…
Halep yıkılırken, bir de Burhan Cahit Morkaya’nın Yüzbaşı Celâl adlı romanı geliyor aklıma. Acıyla gülümsüyorum. Bir yanda Âşık Garip’in Halep’i, diğer yanda Burhan Cahit’inki… Birbirine tümüyle zıt iki metin. Yıllar önce okumuştum. Tekrar elime aldım. Tam da Cumhuriyet’in 10. yıldönümünde (1933) yayımlanmış; yeni rejimin propagandasını yapmak için…
Kahramanları asker olan ve olayların büyük bir bölümü Halep ve Şam’da geçen bir savaş romanı bu. Romanın başkahramanı Yüzbaşı Celâl. I. Dünya Savaşı öncesinde Halep ve Şam civarındaki Arap aşiretlerinin Türk askerlerine saldırılarını, ardından Halep’i terk edişimizi, sonra Antep ve Kilis dolaylarında Arap aşiretleriyle yapılan çatışmaları anlatan yazar, İzmir’in kurtuluşunun ardından yine Halep’te bitiriyor öyküyü… Edebî açıdan oldukça zayıf bir eser. Ama Kemalist bir yazarın ve yeni rejimin Araplara, bu coğrafya ve kültüre bakışını yansıtması bakımından önemli.
Morkaya, eserde sürekli; “Arapların Türklere ihanet ettiği”ni tekrarlıyor. Amacı, “Arapların ihanet öyküsü”nü yazmak. Yazmış da!.. Bu arada kahramanlarına sık sık Arapların hain ve güvenilmez bir ırk olduğunu (s. 49-51), Türk askerlerinin yıllarca boş bir amaç uğruna, bu kurak ‘çöl’ler için canını verdiğini (s. 16, 110, 112, 116), uluslararası ilişkilerde ‘din bağı’nın bir işlevinin bulunmadığını (s. 68, 73) söyletiyor… Yetinmiyor, İslâm medeniyetinin, Batılı olmayı hedefleyen Türkleri geri bıraktığını (s. 73-75) ileri sürüyor. Müslüman Arapları aşağılıyor ama, Suriye’yi işgal eden Fransız kumandanına, Miralay Celâl’in ağzından; “Türk milleti Fransızları çok sever, en geri Türk köylerinde bile Fransızlara karşı candan bir sevgi vardır.” (s. 184) gibi iltifatlar etmekten geri durmuyor. Bu da yetmiyor, Türk komutanına “Ben kendi hesabıma cenup hudutlarımızda Şam hacıları yerine Paris didonlarile komşu olmağı tercih ederim.” (s. 200) dedirtiyor.
Tam da istedikleri oluyor işte. Paris didonları değil de Amerikan ve Rus didonlarıyla komşuyuz artık!.. Bir de bu didonların uşakları var tabi.
Burhan Cahit’in derdi Müslüman Halep’in hikâyesini anlatmak değil. Batılı işbirlikçileri bahane edip, tüm Müslüman Arapları hainlikle suçlamak, İslâm’a, hilâfete, hatta Osmanlı’ya hakaret etmek ve zihinlerde ‘hain-nankör bir Müslüman’ algısı yaratmak!
Halep yıkılıyor! Ve Burhan Cahit sanki bize diyor ki; bırakın yıksınlar, çünkü onlar haindi! Çünkü bu topraklar Türk’ün kanını sülük gibi emdi!
Bir yanımda Âşık Garip, ötede Burhan Cahit. Sırtımı Âşık Garip’e veriyorum!.. İşte geldik gidiyoruz, şen olasın Burhan Cahit!..