Amerikalıların kendisine verdiği isimle ‘iki dünyanın davulcusu’ Okay Temiz: “Yunanistan’da mehter çaldık biz. Ne demektir bu? Frankfurt Kitap Fuarı’nda nasıl çalarsın, değil mi? Portekiz’e kim kabul eder seni? Tayyip Bey (Erdoğan) geldi, Belediye Başkanıydı o sıra, “Bravo, neler yapıyorsun sen” diye hayret etti. Düşman saydığın ülkelerin müzisyenleriyle çalıyorsun. Yunan geliyor, Bulgar geliyor, Rus geliyor. Mehteri free jazz diye çaldırdık onlara. Kültür sanat işlerine politik bakmayacaksın.”
ÖMER FARUK
Okay Temiz... Amerikalıların kendisine verdiği isimle ‘iki dünyanın davulcusu’ o. Hem doğunun hem batının... 1939 doğumlu sanatçı zurna, ney, kaval, ud, saz, gayda, sipsi gibi geleneksel enstrümanlarla üretilen Türk motiflerini keman, saksafon, fülüt, klarnet, bas piano tınılarıyla buluşturarak Jazz’a yeni bir soluk getirdi. Yıllarca İsveç’te yaşadı. Maffy Falay, Don Cherry, Dexter Gorden, George Russel, Clark Teery gibi ünlü müzisyenlerle birlikte çalıştı. 1974’de piyanist Bobo Stensson, basscı Palle Danielson, saksafoncu Lennart Aberg, neyzen Hacı Tekbilek ile birlikte kurduğu ‘Oriental Wind’ isimli müzik grubuyla festivallere katıldı, konserler verdi, plakları basıldı. Okay Temiz bugün ‘Kuledibi Tatarbey sokaktaki’ mütevazı atölyede meraklılara haftada bir akşam, çarşamba günleri ritim dersleri veriyor. Rengarenk kıyafetlerle karşıladı bizi Okay Temiz. Atölyedeki küçük odasında, fotoğraflar, plak kapakları arasında KARAR okurları için söyleştik kendisiyle.
Merhabalar Okay Bey. Doğadaki sesleri harmanlıyorsunuz. Müziğiniz de görünümüz gibi renkli ve dünyaya açık. Dar bir çerçeve içine hapsetmiyorsunuz kendinizi.
Ben yalnızca konserlerde çalan bir müzisyen değilim. Aynı zamanda eğitmenim. Konser arkasından çocuklar, konser arkasından okullar, konser arkasından akıl hastalarının tedavi edildiği merkezler. Spastiklerin alışılagelmiş, kurtulamadıkları tikleri var. Finlandiya’da, İsveç’te bu tedavi biçimi olarak kabul edildi. Anneler babalar ağlayarak boynuma sarıldı. Ritim insanın vücut balansını düzeltiyor, grup çalışmasını öğretiyor çünkü. Türkiye’de maalesef bu yok. Beni hiçbir okul hiçbir konservatuar çağırmaz. Burada bir kıskançlık var, onu da söyleyeyim. Genlere kadar işlemiş.
Bir röportajınızda “Sufi müziğini, yani dini müziği çalmaya korkutuyorlar” diyorsunuz. Bu kıskançlığın arkasında bu korku da olabilir mi?
O da var... Hem kıskançlık var hem tutuculuk. Aka Gündüz’le birlikte çaldık. Ney’i yurtdışına çıkartan benim. Sonra sonra Mercan Dede geldi...
Batı’da ve Uzak Doğu’daki ilginin kaynağı nedir?
Benim materyalleri alıp nasıl işlediğime bakıyorlar. Buna hayranlık duyuyorlar. Büyük orkestralarla, dünyanın en büyük trompetçileriyle birlikte çaldım. Öğrendim öğrettim, öğrendim öğrettim... Türk cazı diye bir şey varsa onu başlatan benim maalesef...
Niçin maalesef diyorsunuz?
Öncüm olsaydı işim kolaydı. O yolu takip ederdim.
Caza nasıl ilgi duydunuz?
Annem ut çalardı her akşam, Musiki Muallim mezunuydu; ben koltuğun kenarında ritim tutardım.
Sizler yani otuzlarda kırklarda doğanların bir bakıma çok şanslı olduğunu düşünüyorum. Sizin kuşak bir İmparatorluğun yıkılışıyla/geleneğin tasfiyesiyle modernleşme arasında kalmanın krizini şiddetle hissetti. Bir kavşaktaydınız siz. Folklora ve Sufi müziğe olan merakınız nereden geliyor?
Seviyordum ben zaten tasavvuf müziğini. Annem, büyükannem başörtüsünü namaz kılarken takan modern insanlardı. Subay ailesiydik. Anadolu’nun her yerini dolaştık. Folklor çok dinledik, folklor ile yetiştik. Safiye Ayla benim çok iyi dostumdu mesela. Onunla da bir şeyler yapacaktık vakit olmadı. Babam subaylıktan istifa edince Çatalca’da çiftlik sahibi oldu. Çiftlikte traktör, mekanik şeyler vardı. Çocukluğum alet edevatla geçti. Anne tarafından müzik, baba tarafından elektrik, elektronik...
Edebiyat, şiir besledi mi sizi?
Hayır. Şiirin ritmik tarafı Rap olmuştur bugün zaten.
Günümüz müziğinde ritim ve melodi kayboldu mu? Teknolojinin müzik üzerindeki etkisi hakkında neler söylemek istersiniz.
Ritim Türkiye’de geri plana itilmiştir. Hindistan’da kaybolmamıştır mesela. Orada ritme anne diyorlar, sonsuz ve doğurgan olduğu için. Melodiye de baba diyorlar. Kısadır, tekrara düşer
Yavaş yavaş yapay zekâ giriyor hayatımıza. Siz tabiattan sesler keşfediyorsunuz ama belki ileride bilgisayarların yardımıyla da yeni sesler bulacağız masa başında.
Ben bir ses için üç saatimi harcamışımdır. Stüdyoda çalışırken Attila Özdemiroğlu, Garo Mafyan geliyor, Onnu Tunç geçiyor oradan, ya nasıl buluyorsun bu sesleri, diyorlardı. Uğraşıyorum, diyordum. Elektronik ses katı, sert, lezzetsiz. Kulağa batar, iğneler seni. Onu yumuşatman, filtreden geçirmen gerek. Diskoteklerde mekanik müzikle tepiniyorlar, onlara yutturulur.
Bugün popüler müzisyenlerden kimleri beğeniyorsunuz?
Ben sözlere bakıyorum. Artık hep aşk meşk, kadın, erkek... Tabiatla, anneyle, tarlayla, suyla ilgili hiçbir şey yok. Kadına karşı şiddet için, küresel ısınmayla ilgili konser verdik biz. Müzik yaptık.
Bu atölyede neler yapıyorsunuz?
Aklıma geldikçe yeni aletler yapmaya çalışıyorum. Kulaklarım ve gözlerim açık. Burada daha çok eğitim veriyoruz. On altı senedir gelen talebem var. İş adamı bu kişiler, mühendis. Geliyorlar buraya, takılıyorlar. Kapımız ritme, müziğe, seslere merak duyan herkese açık.
"ADNAN MENDERES ÇOK KİBAR ADAMDI"
Mehteri ‘Barış Orkestrası’ yapmıştınız. O iş nasıl oldu?
Bülent Ecevit bana “Ne yapmak istiyorsun Türkiye’de?” dedi. Daha önce Mehteran için müracaat etmiştim, ses çıkmamıştı. Ecevit’in emriyle o projenin başına getirildim, beş buçuk sene kaldım. Yunanistan’da mehter çaldık biz. Ne demektir bu? Frankfurt Kitap Fuarı’nda nasıl çalarsın, değil mi? Portekiz’e kim kabul eder seni? Tayyip Bey (Erdoğan) geldi, Belediye Başkanıydı o sıra, “Bravo, neler yapıyorsun sen” diye hayret etti. Düşman saydığın ülkelerin müzisyenleriyle çalıyorsun. Yunan geliyor, Bulgar geliyor, Rus geliyor. Mehteri free jazz diye çaldırdık onlara. Kültür sanat işlerine politik bakmayacaksın.
Siyasetçilerle aranız nasıl?
Ecevit basılmayan şiir fasiküllerini vermişti bana, müzik yap bunlardan diye. Ben istemiştim. Bir şey çıkmadı onlardan. Konservatuardan kovulduğumda, 55 senesinde piyasa işlerine başlamıştım. Ankara’da Kulüp 47 diye bir yer vardı. Menderes haftada iki gün oradaydı. Hasan Polatkan, Fatin Rüştü... Gelip yemek yerlerdi. Biz onlara da çalardık. Tavan alçaktı. Bizim kemancı çalarken arşeyi tavana saplayıp kırdı. Menderes yemeği yarıda kesti, ayağa kalktı. Hepimiz mahcup olduk. “Çok özür dilerim çocuklar, çok güzel çalıyordunuz ama ne yapabilirim,” dedi. Aman efendim, rica ederiz, dedik biz. Çokça hata yaptı ama Menderes çok kibar bir adamdı. Kapıdan çıkana kadar defalarca dönüp selamladı.
‘BİZ TELAŞLI BİR TOPLUMUZ’
Uzun yıllar Kuzey Avrupa’da yaşadınız. Defalarca Hindistan’a gittiniz. İklimin, kültürel farklılıkların müziğe etkisi hakkında neler söylemek istersiniz?
Kuzey daha iyidir. Soğuk iklimde daha iyi ve mesafeli düşünürsün. Bizde, müzikte mesafe nerede var? Camide, mevlitlerde. Allahu Ekber Allahu Ekber der, beklersin. O boşluk seni alır bi toparlar. İkinci cümleyi sunarsın sonra. Bu Hindistan’da da böyledir. Hindistan’da bir parçaya başlarsın, açılışı iki üç dakikadır. Bizde bir iki üç, gir. Doğu, Karadeniz, Trakya hep hızlıdır. Ege biraz ağır aksak... Bir de uzun havalar var, o kadar. Hindistan’da bambaşka... Acelesi yok adamın. İnsanlar hiç kıpırdamazlar. Yoga yapar gibi... Ravi Shankar geldi, burada Açık Hava’nın yarısı boşaldı. Stokholm’ün göbeğinde geniş bir avlu vardır, serbest kürsü gibi bir yer. Etrafı alışveriş yerleri, dükkanlar falan. Ortasında müzik yapılır. Bir oğlanla bir kız, birisi gitar ötekisi flüt çalıyor. Tesadüfen geçiyordum, dikildim dinliyorum. Herkes put gibi, ayakta. Orada üç beş kişi görüyorsun, kıpır kıpır, ne oluyor lan burada falan diye... Baktım, Türk. Bu örnektir. Biz telaşlı bir toplumuz.