‘Son Yeniçeri’ serisinin üçüncü romanı ‘Komitacı’da, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e suikastların, devrim ve ihtilallerin şekil verdiği siyaseti işleyen tarihçi yazar Reha Çamuroğlu: “Bu ülkede sağ da sol da devleti bir ‘araç’ zannetmekle maluldür. Devlet bir araç değil, düpedüz faildir. Darbelerle düşürülen hükümetler halkın nefret ettiği hükümetler filan değildi. Partiler devleti isterler fakat devlet de onların gelip kendisine teslim olmalarını beklemez. Teslim almak için hamle yapar ve alır.”
SEDAT PALUT
Tarihçi yazar Reha Çamuroğlu’nun ‘Son Yeniçeri’ serisinin üçüncü romanı ‘Komitacı’ Aralık 2024’te Everest Yayınları tarafından okura sunuldu. Çamuroğlu, romanda âdeta bir tarih sahnesi kurup spot ışığını 1911-1991 arasına tutuyor. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan yolda suikastların, idamların, devrim ve ihtilallerin şekil verdiği siyaseti, 70’lerin genç militanı ‘Komitacı’ lakaplı Cengiz’in gözünden aktarıyor. Yazarla, serinin son romanı hakkında KARAR okurları için konuştuk.
Reha Bey, ‘Komitacı’ kitabınız iki hikâyenin farklı zamanlarda akmasının birleşiminden oluşan bir roman. Bir nevi bu toprakların yüz yıllık bir panoraması… Fakat okurken şunu görüyoruz: Çatışmalar, silahlar, kavgalar… Farklı iki taraf neden diyalog halinde hiç değil? Müzakere kültürü neden zayıf bu topraklarda?
Öncelikle şunu söylemeliyim söz konusu tarihler Soğuk Savaş’ın hâkim olduğu yıllar. Bu çatışmalar, silahlar, kavgalar o yıllarda Türkiye’ye özgü değildi. Güney Amerika, Uzak Doğu, Afrika hatta Avrupa’nın İtalya, Almanya ve İngiltere gibi merkezi ülkeleri bu türden silahlı çatışmalarla doluydu. Yani sürecin müzakerelerle yürümesini beklemek biraz lüks olurdu. Ülkemizde bunlara ilave olarak doğrudur müzakere geleneği çok zayıftır. Buna şöyle cevap verebilirim bizde ‘ikili iktidar’ süreçleri pek az yaşanmıştır. Klasik anlamda feodal bir dönem yaşamadı Türkiye. Klasik feodal sistem bir müzakereler sistemidir. Maalesef bu coğrafya azman devletler coğrafyasıdır ve bu devletler müzakere etmektense birkaç istisna dışında muhalefeti ezmekle meşhurdur. Yani balık baştan kokar sözünü doğrularlar…
Kitapta, İttihat ve Terakki’ye atfen, “Bunlar hükümet etmiyorlardı, bunlar devlet olmuştu,” ifadelerini kullanıyorsunuz. O günden beri ‘iktidara’ yüklenen anlamın değiştiğini düşünüyor musunuz? Zira bu topraklarda iktidar, zamanla çevreden merkeze doğru geldikçe devletleşiyor gibi?
O günden bu yana hiçbir şey değişmiş görünmüyor bu anlamda. Bu durum adeta aynı senaryonun farklı aktörlerle mütemadiyen tekrarlanışıdır. Süleyman Demirel’in AP’si, Turgut Özal’ın ANAP’ı, şimdi de Tayyip Erdoğan’ın AK Parti’si aynı senaryoyu tekrarlıyorlar. ‘Devleti ele geçirdik artık kendimiz olabiliriz’ dedikleri anda bir bakıyorsunuz aslında devlet onları ele geçirmiş. Bunu başka bir anlamda cemaat olayında da gördük. Bu ülkede sağ da sol da devleti bir ‘araç’ zannetmekle maluldür. Devlet bir araç değildir, düpedüz faildir. Üstelik güçlü bir faildir. Mesela 15 Temmuz’da devlet Tayyip Erdoğan’ın düşmesini isteseydi onu ne halkın sevgisi ve ne de paramiliter unsurlar kurtarabilirdi. Darbelerle düşürülen hükümetler halkın nefret ettiği hükümetler filan değildi. Yani burada tek yönlü bir iletişim söz konusu değildir. Bu partiler elbette devleti isterler fakat devlet de onların gelip kendisine teslim olmalarını beklemez. Teslim almak için pek çok hamle yapar ve alır. Kaldı ki bunu sadece iktidarda olanlara karşı yapmaz, muhalefet de hedefindedir. Seçimler öncesinde iktidar ve muhalefet partilerinin koridorlarını dolaşırsanız yapılacak tercihler konusunda parti yönetimlerini etkilemeye çalışan pek çok ‘memurla’ karşılaşmanız mümkündür.
HİÇBİR DEVRİMCİ HAREKET YÜKSEK HALK DESTEĞİ OLMADAN BAŞARIYA ULAŞAMAZ’: Kahramanlarımız 80 darbesi sürecinde neden kolay yolu seçiyorlar, neden bu ülkede kalıp aktif mücadeleyi tercih etmiyorlar?
Kolay yolu seçmiyorlar, akılcı yolu seçiyorlar. Önceki eylemlerinden görüleceği üzere yeterince cesurlar. Oysa darbe ile sinir merkezleri hedef alınıyor önce yöneticiler yakalanıyor ve örgütler felç oluyor. Buna rağmen ülkede kalıp gerilla mücadelesi veren pek çok kişi ve grup var. Onlar ağır kayıplar veriyor ve Bekaa’ya yahut Suriye’ye çekilmek zorunda kalıyor. Hiçbir devrimci hareket yüksek halk desteği olmadan başarıya ulaşamaz. Dahası hiçbir devrimci hareket güvenlik kuvvetleri ve özellikle ordudan destek bulmazsa yine başarılı olamaz. Bu destek bazen aktif bazen de pasif şekilde gelir.
Romanınız bize Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinden yakın zamanlara kadar bu topraklarda hep farklı devletlerin isimlerinin geçtiğini hatırlatıyor. İttihatçıların içindeki liderlerin farklı devletlere yakınlaşma çabası, 1950lerde ABD rüzgârı… Göbek bağını kendisi kesemeyen bir ülke gibiyiz. Bu hep böyle mi devam edecek, sizce bu durum nasıl değişir?
Şimdilik bu kısır döngüden çıkma ihtimali yok gibi görünüyor. Batırıyoruz çıkarıyorlar. Yine batırıyoruz ve yine çıkarıyorlar. Basit bir şey söyleyeyim Türkiye bugün çok daha ağır iç ve dış çatışmalar yaşamıyorsa bunu NATO üyeliğine borçludur. Ama elbette gün gelir o borcu da ödetirler. 1946’da ordumuz yok mesabesindeydi. Bir iç savaş ordusu idi ancak. Ordu denebilecek bir şeyi NATO sayesinde kurduk. SSCB boğazları Kars ve Ardahan’ı istiyordu. İstihbarat konusunda durumumuz aynıydı. Maalesef yakın bir tarihte bu durumdan kurtulabileceğimizin bir işaretini göremiyorum.
SOLUN BİRLEŞMESİ FAZLA BİR ŞEY KAZANDIRMAZ’: Romandaki kahramanlarımız solun içindeki bölünmeden şikayetçiler. Bölündükçe çoğalamayan, aksine küçülen bir sol… Kahramanlarımız günümüze ışık tutuyor adeta. Bu durum değişir mi? Solun birleşmesi… Ya da bu duruma gerçekten ihtiyaç var mı?
Bugün sol birleşse ne kazanırız? Fazla bir şey kazanamayız. Yani 0+0 eşittir sıfır olur. Birleşme kendi başına hiçbir şey katmaz sola. Sola gereken yepyeni bir programdır. Solun teorik olarak pek çok ayak bağı var, öncelikle onlardan kurtulması gerek. “Evlerin sahibi içinde oturan kiracılar olacak” demek sola ancak kaybettirir ve eski despotik alışkanlıkların sürdüğünü gösterir sadece. Yeni bir soldur gereken birleşme yahut bölünme gösterileri değil.
‘DİKTATÖRLÜĞE KARŞI MÜCADELENİN BİRİNCİ ŞARTI CESARET’
Romanın diğer yarısında İlker’in Leyla’ya söylediği bir söz var: “Bütün kötülükler korktuğumuz için oluyor.” 60-80 arasında farklı ideolojilerin silahlı mücadelesini bu cümle üzerinden okumak sağlıklı olabilir mi?
O cümle Cengiz’in retoriğidir. Fakat her tür diktatörlüğe karşı mücadele vermenin birinci koşulunun da cesaret olduğu sanırım açıktır. Şunu düzeltmek isterim, o dönemde olan bitenler ‘farklı ideolojilerin silahlı mücadelesi’ olarak tanımlanamaz. Neden? Çünkü devletin bir taraf arkasındaki desteği ve varlığı inkâr edilemeyecek kadar açıktır. Maraş’ta açıktır. Devlet şehirde uzun süre saldırılara müdahale etmemiş sonra da yolları kapatarak kırsal bölgelerden Alevilere destek gelmesini engellemiştir. Çorum’da daha da açıktır. Şehirdeki jandarma alay komutanı açıkça bu durumu vurgulamıştır. Pek çok Alevi barikatına doğrudan panzerlerin arkası siper alınarak saldırılmıştır. Ayrıca şunu da eklemeliyim o dönemde destek için gittiğimiz pek çok grevde grevi terörize etmeye gelen faşistlerle çarpıştık. Bunu bizim gibi 78’lilere değil dönemin grevci işçilerine de sorsanız doğrulayacaklardır.