Kapalı gişe oynanan ‘Amadeusta’ Mozart’ı canlandıran başarılı aktör Tansu Biçer: “Oyuncuların her gece aynı şeyi oynadığına dair yanlış bir algı var. Bu mümkün değil! Çünkü ben dün geceki ben değilim. Dün gece bir oyun oynuyorum, ertesi sabah dünyanın bir yerinde bir savaş yaşanıyor. Oyunda varsa ona ait bir cümle, sende başka tınlıyor artık. O eskidendi, ‘Dertlerimizi asıyoruz kapının girişinde, çıkıp oynuyoruz’ olmuyor. Etkileniyoruz. İnsanız.”
ÖMER FARUK
Efsane besteciler Wolfgang Amadeus Mozart ile Antonio Salieri’nin çatışmasını ele alan ‘Amadeus’ tiyatro oyununda Mozart’ı başarılı aktör Tansu Biçer canlandırıyor. Peter Shaffer’in yazdığı, usta yönetmen Işıl Kasapoğlu’nun yönettiği oyunda Selçuk Yöntem (Antonio Salieri) ve Dilan Çiçek Deniz (Constanze Weber) ile birlikte başrolleri paylaşan Biçer’le Taksim The Marmara Cafe’de buluştuk. Altı senedir kapalı gişe oynayan ‘Amadeus’a, tiyatro seyircisi olmaya ve yeni projelerine dair KARAR okurları için konuştuk.
Amadeus’ta sizin üçüncü sezonunuz. Nasıl gidiyor? Yıllardır kapalı gişe oynuyorsunuz.
Çok iyi gidiyor. Her daim doluyuz. Gerçekten şaşkınlık yaratıcı, Türkiye’de böyle bir şey olması. Olumlu anlamda söylüyorum. Bu kadar büyük bir projenin bu kadar uzun seneler bu kadar çok seyirciye oynaması... Türk tiyatro tarihinin önemli işlerinden birisi haline geldi. Bunun içinde olmak da gurur verici.
Bu ilgiyi neye bağlıyorsunuz? Türk seyircisi Amadeus’u neden sevdi bu kadar?
Ben de merak ediyorum gerçekten. Hâlâ bitmedi seyirci diyerek şaşkınlıkla çıkıyoruz sahneye.
Bilet bulabilirsem ikinci kez seyretmeyi düşünüyorum.
(Gülerek...) O zaman siz söyleyeceksiniz bunu; ne çekiyor sizi?
Seyirci olarak cevaplayayım öyleyse: Geleneksel anlatılar, Kabil-Habil, mitoloji vs. yeni formlar içinde hâlâ bizi etkilemeye devam ediyor bence. Katılır mısınız buna?
Yerini buluyor bence de... Bunlar hiç tükenmeyen konular. Teknoloji nereye giderse gitsin. Salieri’nin durumu o kadar zor ki, o kadar büyük bir savaşın içine giriyor ki... “Ben sana her şeyimi verdim, sana bütün hayatımı adadım ve senden tek bir şey rica ettim: Bana bir yetenek ver. Sen gittin bunu hiçbir kurala uymayan birisine verdin.” Burada kıskançlık var, kendince bir mağduriyet var, Tanrı’ya karşı kırgınlık ve öfke var... Anlıyoruz ki, kurallar ve sadakat değildir yeteneği belirleyen.
Tanrı yeteneği en dindara verseydi dünyanın en iyi sanatçıları Cizvit Papazlarından çıkardı, değil mi?
(Gülerek) Evet yani... Bu bağlılıkla, bir şeyleri feda etmeyle kazanılabilecek bir şey değil. Bu, dünyayı algılamayla, olaylara nasıl yaklaştığınla ilgili... Evet, sen her şeyini Tanrı’ya vermişsin fakat kendini saraya kapatıp, o düzene hizmet ediyorsun, çevrene bakmıyorsun bile. Tek derdin İmparator’a müzik yapmak ve onu mutlu etmek. Sebebi de aslında rahat bir hayat sürüp diğer müzisyenlerin çektiği zorluğu çekmemek. Böyle bakınca hayata o yetenek varsa da açığa çıkmayacak. Amadeus’ta gördüğümüz şey başka. O hayatı yaşıyor, sokaklarda geziyor. Yetenek burada açığa çıkıyor. Salieri kötü bir müzisyen değil. En büyük çıkmazı da o, Amadeus’u anlayabiliyor... Amadeus müthiş bir metin doğrusu. Orkestra canlı. Aryalar canlı. Bu da etkiliyor seyirciyi. Devamlılığı sağlayan şeylerden birisi de bu bence. Tanıtımı da iyi yapılıyor. Kulaktan kulağa da yayılıyor tabii...
İlk üç sezonda yoktunuz. Seyretmiş miydiniz o zamanlar?
Prömiyerini seyretmiştim. Işıl Hoca’yla çok uzun bir geçmişimiz var.
‘OKAN BAYÜLGEN KARANLIK BİR MOZART ÇİZDİ, BEN NEŞELİ’
Rol size geldiğinde, hazırlanırken Okan Bayülgen’i o rolde seyretmiş olmak sizi olumlu ya da olumsuz etkiledi mi?
Hiç etkisi olmadı. Ben öyle şeylere pek fazla inanmıyorum açıkçası. Okan abi de başka bir taraftan almış Amadeus’u...Onunki daha karanlıktı mesela. O karanlık bir adam çizmek istedi, karanlık bir yerde o ürünleri verdiğini düşündü. Benimki öyle değil. Daha neşeli, daha çocuksu. Bence böyle. Okan abi için de öyleydi. Tiyatronun güzelliği bu zaten. Hamlet de 1600’de yazıldı. O günden bu yana yüzlerce oyuncu oynadı ve hiçbiri birbirine benzemedi. Karşılaştırmalar o anlamda bana gereksiz geliyor. Rol bana geldiğinde de ben Amadeus’tan ne anladıysam onu oynadım. Seyircinin ondaki o çocuksuluğu, o şımarıklığı görmesini istiyorum doğrusu. Hem bu besteleri bu adam mı yapmış gerçekten desin hem de yetenekli üretken bir sanatçının kurulu düzen içinde ne kadar köşeye sıkıştırıldığını ve hayatının ne kadar zora sokulduğunu ve bir şekilde kalıba girmesinin ona nasıl dayatıldığını hissetsin istedim.
‘EGO YOKSA BEN YOK, BENLİK YOK’
Sanatçı egolu olmalı mı peki? Ego var mı sizde?
Ego insanın vazgeçebileceği bir şey değil. Ego hepimizde var. Yoksa ben yok, benlik yok. Birtakım kavramlar, düşünceler, davranışlar... Sanatın hangi dalıyla uğraşırsan uğraş insanla ilgili bir şeye dair çalışıyorsun. Dolayısıyla insan ve onun ürettiği bütün davranışları kapsayacak bir dünya anlatmaya çabalıyorsun. Bunu yaparken, kendini dayatmadan fikrine ve inandığın neyse ona sahip çıkmalısın tabii ki.
Ego Salieri’de yıkıcı hale gelirken, Mozart’ta yaratıcılığa dönüşüyor.
Tam olarak öyle.
Tiyatro oyunu ya da senaryo yazmayı düşünüyor musunuz?
Hayır, düşünmüyorum. Ara ara insanın canı istiyor tabii, yazabilme kabiliyeti, kendini öyle ifade edebilmek harika bir şey olsa gerek.
Neler yapıyorsunuz başka? Seattle Film Festivali’nden döndüm dediniz. Nasıl geçti?
Seattle Türk filmleri festivaliydi. Oradaki Türk topluluğunun on küsur yıldır organize ettiği bir festival. Yurt filmiyle gittik biz. Gösterimi yapıldı. Seattle’daki herkes gerçekten festivali daha iyiye götürmek için çabalıyorlar. Yolları açık olur umarım.
Atölye çalışmanızdan da bahseder misiniz biraz?
Bahçe Galata’da dersler veriyoruz. Üç ortağız; Tülin Özen, Saim Güveloğlu ve ben... Saim’in oyunculuk atölyeleri, benim audition atölyem var. Bu sene henüz başlamadım ama bakacağız takvime. Programım yoğun. Ders vermeyi seviyorum. Daha önce de birçok üniversitede oyunculuk bölümlerinde dersler vermiştim.
Keyifli bir söyleşiydi. Bu yoğunlukta bize de zaman ayırdınız. Tekrar teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim.
‘TİYATRO BİTMEDİ, BİTMEYECEK’
Tiyatro oyuncularının ressamlara, müzisyenlere ve yazarlara göre biraz dezavantajlı olduğunu düşünüyorum. Ressamlar tablolarıyla, müzisyenler besteleriyle, yazarlar kitaplarıyla kalıyorlar. Fakat tiyatro oyuncuları performans sanatçısı oldukları için eğer kayıt altına alınmamışsa o gösteri geleceğe kalamıyor. Tiyatro oyunculuğu biraz nankör bir sanat dalı değil mi?
Değil. Canlı performansa şahit olmak başka bir şey. O sebeple oyunlara gidiliyor. Tiyatro bu nedenle bitmedi, bitmeyecek de. Her şey kayıt altında olamaz. Aslında, o gece belki de hayatında bir daha göremeyeceğin bir şeyi görme ihtimali için gittiğini düşünsen...
Bu açıdan bakınca çok haklısınız. Biz Alice’e gitmiştik eşimle. Zorlu’da, oyun sırasında perdenin ipi koptu ve süzülerek sahneye düştü. Kısa bir şaşkınlık yaşandı. Bu metinde yoktu. Akışın dışında bir andı. Ve biz tanık olduk.
Ve bu senin hayatına katılan bir şeydi. Seninle birlikte o gece orada bulunan iki bin kişinin anısı bu. Orada iki bin kişiye anı oluşturabilecek bir deneyim... Tiyatro denen etkinlik aslında bu. Nerede izlersen izle. Tiyatroya böyle bir merakla gitmek güzel zaten. Oyun iyi mi kötü mü, oyuncular nasıl, tabii ki bunlara da bakalım. Ama tiyatro sana başka bir şey bahşediyor aslında; bu yüzden tiyatro seyircisi olmak gerekiyor. Yoksa diğerini kayıttan izlersin zaten.
Bizim Orta Oyun geleneğinde tuluat vardır ya...
Evet, evet; ona oynuyorsun aslında. Tiyatroya gitmek böyle bir şey, “Bakalım bu gece neler olacak!” Ama şöyle yanlış bir algı var: biz oyuncular çalıştık bir metne, her gece aynı şeyi oynuyoruz. Bu mümkün değil! Çünkü ben dün geceki ben değilim, nasıl aynı kalabilirim? Dün gece bir oyun oynuyorum, ertesi sabah dünyanın bir yerinde bir savaş yaşanıyor. Bir önceki gece söylediğim o lafı aynı yerden nasıl söyleyebilirim? Oyunda varsa ona ait bir cümle, sende başka tınlıyor artık. O eskidendi, “Dertlerimizi asıyoruz kapının girişinde, çıkıp oynuyoruz” olmuyor. Etkileniyoruz. İnsanız. Neden bazı oyunlarda bir laf durduk yere alkış alıyor mesela? Niye bir gece önce almamış? Niye bir gece sonra almıyor da o gece alıyor? Bir yere denk geliyor o söz. O gece gelen seyirciyle de ilgili bir şey bu. Onlar da ortaklık kuruyor seninle. Bu anlamda çok önemli tiyatro. Tiyatronun hazzı burada. Bunu bilip, bundan haz almak için gelen seyircinin deneyimi çok daha iyi oluyor. Bazı tip tiyatro seyircisi de tam bu sebeple nerede ufak tefek ekip varsa onların peşinden gidiyor. Biliyor ki orada başka bir şey yaşama ihtimali var. Küçük tiyatrolar arıyorlar. Demek istediğim konuştuğumuz bu hazza ulaşmak tiyatronun büyüklüğü küçüklüğü ile ilgili değil. Canlı performans anına şahit olmak isteğiyle ilgili.
‘YÖNETMENİN AMACI BENİM İÇİN ÖNEMLİ’
Sizin için hangisi daha keyif verici? Sahne mi, kamera önü mü?
İkisi de bambaşka. İkisi de kesinlikle projeyle alakalı. Amadeus’u oynuyorum... Kendi tiyatromuzda (Bahçe Galata’da) Nora 2’yi oynuyoruz. Başka bir oyunumuz daha var, Terörizm diye... Bu oyunlarda olmak benim için gurur verici bir şey. Bundan önce oynadığım oyunlar, filmler... Projeyi kimlerle yaptığın önemli. Tercihlerim buna göre zaten. Sadece senaryoyu değil, oradaki karakteri seçiyorum, senaryonun yazılış amacını bile seçiyorum. Benim için filmin başarısı çok önemli değil. Yönetmenle görüştüğümde onun ne yapmak istediğini anlamak istiyorum. Neyin peşinde, derdi ne...? Ben sadece iyi film yapacağına güvendiğim için değil, bir şey anlatmak için orada bulunduğuna inandığım insanlarla çalışmak istiyorum. Bana önerilen rolün de aynı şeye hizmet etmesini istiyorum ona. Rolde benim anlatabileceğim bir şey olmalı. Bir şeyi, durumu, hali inceliyor, bir derde eğiliyor muyuz kaygısını güdüyorum rol seçerken ve bu dert bugün Türkiye’de birilerine bir şey ifade eder mi? Bunları arıyorum aslında. Karakterde bu varsa, yönetmende bunu anlatmaya eğilimi varsa onunla çalışmak istiyor oluyorum.