Şakir Paşa Ailesi’nin televizyonlarda izlenemeyecek hikayesi
Now Tv’nin yeni dizisi Şakir Paşa Ailesi, ilk bölümünden itibaren büyük ilgi gördü.
Spoiler gibi olmasın ama aile üyeleri büyüyünce Cevat Şakir Kabaağaçlı, Fahrelnissa Zeid ve Aliye Berger olacaklar.
Yazının bundan sonrası dizyi izleyecek ama ailenin hikayesini bilmeyenler için spoiler olabilir.
Ama olmayabilir de.
Çünkü ailenin hikayesinin bazı kritik bölümleri dizinin senaryosuna girmeyi başarabilecek mi emin değilim.
Özellikle Now TV’nin prime time izleyicileri, az önceki ana haber bülteninde her akşam altın çağ gibi her konunun getirilip bağlandığı erken Cumhuriyet dönemiyle ilgili gerçekleri öğrenmek istemeyebilir.
Dizi ailenin hikayesini Büyükada’daki konaktan başlatmış ama hikayenin öncesi de çok ilginç.
Antalya Elmalı’dan göç ettikleri Orta Anadolu’daki bir kasabadan adlarını alan Kabaağaç ailesi, daha sonra yerleştikleri Karahisar-i Sahib’de (Afyon) yüzlerce yıl medreseler kurup âlimler yetiştirmiş varlıklı bir aileydi.
19. yüzyıldan itibaren ailenin erkek çocukları artık medreseye değil, İstanbul’a askeri okullara gitmeye başlamıştı.
Ahmet Cevat ve Mehmet Şakir kardeşler gibi. İki kardeşten ağabey Ahmet Cevat, paşa olarak İkinci Abdülhamit döneminde sadrazamlığa kadar yükselmiş, kardeş Mehmet Şakir Paşa ise önce Girit ardından Atina’da sefir olarak görev yapmıştı. Girit’te tanıştığı İsmet Hanım’la evliliklerinden üçü erkek, dördü kız yedi çocukları oldu; 1890 yılında Girit’te dünyaya gelen ilk çocuklarına da sadrazam olmuş amcasının ismi verildi: Musa Cevat Şakir.
Şakir Paşa ailesinin diğer üyeleri; Asım (Asım Kabaağaç), Mihrinnisa Hakkiye (Hakkiye Koral), Nurunisa Ayşe Sıdıka (Ayşe Erner), Mustafa Suat (Suat Şakir Kabaağaç), Fahrünnisa Emine (Fahrelnissa Zeid/Ressam), Hayrünnisa Hatice Aliye (Aliye Berger/Ressam).
Aile Girit’ten Atina’ya taşındı. Bu arada amcaları Sadrazam Cevat Paşa, gözden düşüp, Şam’a sürgüne yollanmış, hastalanmış ve 49 yaşında hayata veda etmişti.
Bu muameleden çok etkilenen kardeş Şakir Paşa, devletteki bütün görevlerinden istifa ederek savaşın başlamasından önce 1914 yılında çocuklarını alıp Büyükada’da bir köşke taşındı. Yatırım için Selanik’te açtığı otel de Balkan Savaşları’yla elden gidince, aile maddi olarak zorluklar yaşamaya başlamıştı.
Bütün bunlar yaşanırken, Cevat Şakir, Robert Kolej’de başladığı eğitimine, Oxford’da devam etmekteydi. Ama Yeni Çağ Tarihi okuduğu üniversitenin iyi bir öğrencisi sayılmazdı. Daha çok Avrupa’yı geziyor, sevgilileri oluyor, dil öğreniyor ve epey para harcıyordu.
Ailenin maddi durumunun bozulması da onu durdurmamıştı. 22 yaşında İtalya’da tanıştığı, ressamlara modellik yapan Aniesi adlı bir İtalyan modelle evlenmiş, Mutarra Agustina adında bir de kızları olmuştu.
Cevat, İtalyan eşini ve kızını da yanına alıp İstanbul’a geri döndü. Aile bu yaşta, bunca maddi zorluk içindeyken, işi bile olmayan Cevat’ın İtalyan bir modelle evlenip çocuk sahibi olmasından hiç hoşlanmamıştı.
Buraya kadar olan kısmı dizide anlatıldı.
Bundan sonrası biraz spoiler olabilir.
1914 yılının yazında Şakir Paşa, üç oğlu Asım, Cevat ve Suat’ı da yanına alarak memleketleri Afyon’daki mandıra çiftliklerine gitti. Uzun süredir uğramadığı çiftliğin gelir-gider durumlarına bakacak, belki kızının yaklaşan düğünü için masrafları buradan gelecek parayla karşılamaya çalışacaktı.
29 Temmuz 1914 günü gecesi Afyon’daki çiftlik evinde Şakir Paşa’yla oğlu Cevat Şakir arasında ne geçtiği hakkında ise rivayetler muhtelif.
O gece ne olduğunu önce mahkeme evrakından okuyalım:
“...üçyüzotuz senesi Temmuzunun onaltıncı gecesi Karahisar-i sahib’in mandıra çiftliğinde müsafereten ikamet eden pederi Şakir Paşa’yı katl eylediği iddia kılınmasından dolayı cinayetle ittiham olunan İstanbul Büyükada’da ikamet eden yirmidört yaşında Musa Cevad Bey bin Şakir Paşa’nın icra kılınan muhakemesi neticesinde... talep ettiği parayı vermemesinden dolayı pederi Şakir Paşa’yı katle cüreti sabit...”
15 Nisan 1918 tarihli temyiz kararına göre Cevat Şakir, o gün çiftlikteki birine eczaneyi sorup dışarı çıkmış ve yarım saat sonra geri dönmüştü. O gece çiftlikte olan ama uyudukları için olan biteni duymayan kardeşleri Suat ve Asım ile çiftliğin kâhyası Hacı Muhiddin ise ilaçla uyutulmuş gibi hissettiklerini söylemişlerdi. Evraka göre Şakir Paşa’nın sürekli odasında olan köpeğine ise o gece zehir içirilmişti.
Ama temyizde de sonuç değişmedi. 24 yaşındaki Cevat Şakir silahla babasını öldürmekten 15 yıl kürek cezasına çarptırıldı.
Haberin geldiği gecenin sabahında Büyükada’daki köşkte yaşananları Şakir Paşa Ailesi kitabında Fahrelnissa Zeid’in kızı Şirin Devrim şöyle anlatır:
“O uğursuz gecenin sabahında Nisa, annesini yukarıdaki salonun ortasında diz çökmüş, öne arkaya sallanarak “Allah’ım, Allah’ım bana yardım et” diye ağlayıp inlerken gördü. Öbür yanda Ayşe, Cevat’ın fotoğraflarını çerçevelerinden çıkarıyor, bin parça edip üzerinde tepiniyordu. Nisa büyük bir şaşkınlık ve korku içindeydi. Bütün bu garip davranışların anlamı neydi? Ama öğrenmeye fırsat kalmadan, Aliye ile birlikte Üsküdar’da yaşayan halalarının evine yollandılar ve ancak cenaze kalktıktan sonra dönebildiler. Onlara babalarının bir kalp krizi geçirip öldüğü ve bu konu hakkında soru sormamaları söylendi.”
Şirin Devrim’in kitabından annesinin öldüğü güne kadar bu konuda konuşmadığını öğreniyoruz. Bir seferinde onu sorularıyla sıkıştıran kızına sadece şunu söylemiştir:
“Haklısın belki bilmek istemiyorum.”
Devrim’in konuşturabildiği tek kardeş ise o gece çiftlikte olan dayısı Suat oldu:
“Suat Dayım, kurşunların konuştuğu gece, çiftlikte bulunan tek aile bireyiydi. Uzun yıllar sonra onun ağzından alabildiğim öykü ise en korkuncudur. Cevat Dayım, sözde babasını aldırmak ve işe politik bir suikast ya da hırsızlık süsü vermek için, kendisini, lalayı ve hatta köpekleri Tom’u ilaçla uyutmuş ve Şakir Paşa’yı uykusunda vurmuş. Bu duyduklarımı uygun dille aile üyelerine aktardığım zaman, her biri ayrı ayrı isyan etti.”
Peki, Cevat Şakir neden babasını öldürmüştü?
Kimilerine göre sebep paraydı. Aralarında Cevat Şakir’in müsrifliğinden ya da imzasını taklit ederek zimmetine para geçirmesinden dolayı bir tartışma çıkmış, sonunda silahlar konuşmuştu.
Daha korkunç teze göre, Şakir Paşa, Cevat Şakir’in İtalyan eşine ilgi duymuş, tecavüz etmiş, bunu öğrenen Cevat da babasını öldürmüştü. Cevat Şakir’in hayatının anlatıldığı 1994 yapımı Mavi Sürgün filmi bu tezi işlemişti.
Ama Cevat Şakir, anılarını yazdığı Mavi Sürgün’de o geceden hiç bahsetmedi. Anılar tahliye olup döndüğü İstanbul’dan başlıyordu.
Sadece tek bir kere o geceyi anlatmıştı. 1957 yılında, Antik Yunan klasiklerinden yaptığı çevirilerle tanınan, arkeolog Azra Erhat’la mektuplaşmalarının birinde:
“Birçok şeyler var ki, onları sana söylemeye can atarım. Bunlar hep dilimin ucundadır. Bir kere temas etmiştim. Korkarım söylemeye, ya kendimi haksız olarak berbat etmeye, yahut kendimi tamamen haklı çıkarmaktan çekinirim de ondan... Gelgelim hakikate yani bana. Çocukluktan çıkmaya başlar başlamaz, bende bir isyan belirdi. İlk önce müteessir olurdum sonra rebellion... Gelelim fatal (ölümcül) geceye. Sürgün’de bir cümle vardır Zekeriya hakkında. İnsanın hayatında yolların ayrıldığı bir noktaya gelir. Bir yolda giderse Lucifer olur, şeytan olur insan, öteki yoldan giderse melek, evliya, martyre olur. Amma yolun sağında veya solunda gitmeyi tercih etmek tamamen iradenizde olmayabilir. Bir çöp, terazinin bir kefesine ağır basabilir. Bu cümlem büyük bir tecrübenin neticesindedir. Eh canım münakaşa pek karışık konular üzerineydi ve pek şiddetliydi. Babam çiftlikte her zaman bir suikasttan korktuğu için, yanında tabancalar ve silahlar bulundururdu. Evvela zengin bir adam, sonra asker. Münakaşa öyle bir raddeye vardı ki benim üzerime ateş etti. Ben rastgele oradaki bir tabancayı alarak, -amma onun eli tabancaya giderken yüzünden okudum- ona doğru nişan almadan ateş ettim. Il y a eu deux coups. İlkin onunki sonra -hemen sonra- benimki. Aynı zamanda gibi bir şey. Bu münakaşa götürmez, yoksa ölen ben olurdum. Hayır o öldü! Ben de ölümden beter mahvoldum. O kurtuldu. Korkunç bir acı duydum. Amma vicdan azabı duymadım. Ondan daha korkunç bir şey oldu. Kendi kendime olan güvenimi kaybettim. Yani kendimi o gün bugün yalan sayıyorum. Beni methettikleri zaman kızarım. Mamafih olanlar üzerine yürürsek şöyle: hapishanede gece rüyamda çocukluğumu görürdüm. Uyanınca rüya imiş diye sevinirdim, hapishanede olduğum halde. Yani ondan kurtulduğuma sevinirdim.”
Kötü bir çocukluk, güçlü Paşa babayla sorunlu ilişkiler, çalkantılı bir hayat, para, tecavüz... Cevat Şakir’in babasını neden öldürdüğü hâlâ bilinmiyor. Ama herhalde gerçek sebebin farkında olan annesi İsmet Hanım, mahkemede ‘oğlunun karakterinin kasıtla babasını öldürmeye uygun olmadığını, muhakkak bunun bir kaza olduğunu” söylemiş ve kardeşlerinin sırt çevirdiği Cevat Şakir’in arkasında durmuştu. Sadece onun değil, ortada kalan İtalyan eşi ve kızının da. Uzun yıllar birlikte yaşamışlar, daha sonra İtalyan kadın, Cevat Şakir’i beklemekten vazgeçip kızını da alarak İtalya’ya gitmişti. Cevat Şakir’in kızı İtalya’da bir Vatikan avukatıyla evlendi
Cevat Şakir ise 6.5 yıl hapis yattıktan sonra 1921 yılında ağırlaşan veremi nedeniyle çıkarılan bir afla bir o kadar daha cezası varken tahliye edildi. İstanbul’a annesinin yanına geldi. Onun hapis yattığı yıllarda Birinci Dünya Savaşı olmuş, bitmiş, döndüğü İstanbul da artık işgal altında bir şehirdi.
Tarihçi Feza Kürkçüoğlu’nun bir hurdacıda bulduğu Cevat Şakir’e ait mahkemenin temyiz kararının üzerinde iki vize dikkat çekiyor. Bu vizelere göre, Cevat Şakir hapisten çıktıktan sonra İstanbul’da çok fazla kalmamış, önce Yunanistan’a, ardından İspanya’ya gitmiş. İspanya’da Pilar adlı bir İspanyol bir kadınla aşk yaşamış, hatta ondan bir erkek çocuğu olmuştu. Bu çocuk da 1936-39 İspanyol İç Savaşı sırasında hayatını kaybetmişti.
Cevat Şakir, hızlı Avrupa macerasından sonra yeniden İstanbul’a döndüğünde artık bambaşka biri olmuştu.
Annesinin isteğiyle dayısının kızı Hamdiye Hanım’la evlenmiş, Sina adında bir oğlu olmuştu. Üsküdar’da oturuyor ve annesi ile kız kardeşi Ayşe’nin müntesibi oldukları Kenan Rifai’nin sohbetlerine devam ediyordu:
“Bir aşağılık duygum yoktu ki işgal halkına Batı medeniyetini anladığımı göstermek için smokin ile tekkeye gideyim? Üsküdar’da evde ırakiyeyi başıma takar, hayderiyi sırtıma giyer, Beşiktaş’a ya da Köprü’ye çıkıp, oradan Fatih’e giderdim. Şehrin camilerinde namaz kılmak hoşuma giderdi. Üsküdar’da Şemsipaşa Camii’nde, işgal edilmiş şehirden bir uzaklık duyardım. Akşam namazı için Karacaahmet’te, Marmara’ya bakan bir camiyi seçerdim. Batan güneşin kopardığı heybetli renk kıyametinin kıpkızıl angısı göklerde hâlâ inlerken orada akşam namazı kılmaktan çok hoşlanırdım...”
Sedat Simavi’nin Diken dergisinde çalışıyordu. Derginin kapaklarını o hazırlamaktaydı. O kapaklardan birine bir gün, Millî Mücadele’ye karşı yazılar yazan Ali Kemal’e hakaret eden bir karikatür koyduğunda, İngiliz işgal kuvvetlerinden iki subay dergiyi basmış, gözaltına alınmaktan son anda kurtulmuştu.
Bu arada ordu İzmir’i işgalden kurtarmış, İstiklal Harbi kazanılmış, Ankara’da yeni bir Cumhuriyet kurulmuştu. İstanbul’da kurulan Cumhuriyet gazetesine ortak ve başyazar olmak için Ankara’daki Matbuat Umum Müdürlüğü’nden ayrılarak İstanbul’a gelen Mehmet Zekeriya Bey (Sertel), Cumhuriyet’ten bir süre sonra ayrılmış ve Resimli Ay adında bir dergi çıkarmaya başlamıştı. Hürriyet ve demokrasi şiarını benimsemiş derginin sloganı Abraham Lincoln’un o meşhur sözüydü: Halkın, halk için, halk tarafından idaresi...
Ama bu mücadele için zor zamanlardı. Dergi, Millî Mücadele’yi bütün halkın kazandığını vurgulayan yayınlar yapıyor ve bir meçhul asker anıtı dikilmesini savunuyordu.
Cevap, Atatürk’ün yaveri Kılıç Ali’den gelmişti. Kılıç Ali “Meçhul asker anıtını öne sürmek, Başkomutana nankörlüktür” diyerek sert bir cevap kaleme almıştı.
Bu zor zamanlarda Cevat Şakir, Sedat Simavi’nin referansıyla 1924 yılından itibaren Zekeriya Sertel’in Resimli Ay’ında yazmaya başladı:
“Cevat Şakir, Abdülhamit’in ünlü paşalarından Şakir Paşa’nın oğluydu. İngiltere’de Oxford Üniversitesi’nde öğrenimini bitirmişti. İngilizce, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca ve Rumca’yı anadili gibi biliyordu. Fazla olarak Latince de biliyordu. Ünlü İtalyan şairi Dante’nin İlahi Komedya’sını Latince ezbere olur, sonra Fransızca ve Türkçe’ye çevirirdi. Çok zeki, çok bilgili, çok kabiliyetli bir adamdı. Uzun boylu sevimli bir insandı. Fakat başından büyük bir kaza geçmiş hapse düşmüş, gerek ailesi gerek toplum onu bir kenara atmıştı... Zengin bir ailenin çocuğu olduğu halde işsiz, parasız ve kimsesiz kalmıştı. Bir ara Rufai tekkesine girerek ruhunu tedavi etmeye çalışmıştı... Aylardan beri iş arıyor fakat kimseye derdini anlatamıyordu.”
İşte esas dizi için tehlike kısım şimdi başlıyor.
Kısa bir süre sonra Şeyh Said İsyanı patlak verdi. 4 Mart 1925’de de isyan gerekçesiyle Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarıldı. Artık sessizlik vaktiydi. Her türlü eleştiri ve yayın, isyana teşvik suçuna sokulabiliyordu.
Kanun önce Ankara’ya muhalif yayınlar yapan İstanbul basınını vurdu. Tavsir-i Efkâr’dan Velid Ebuzziya, Vatan’dan Ahmet Emin Yalman tutuklanıp, Diyarbakır’daki İstiklal Mahkemesi’ne gönderilmişti. Ülkenin ünlü gazetecileri, Diyarbakır’da bir camiinin içinde üst üste toplanmış isyancıların yanına kapatılmak istenmiş, Velid Ebuziyya’nın ayaklarına zincir vurulmuştu. Bunun üzerine Ahmet Emin Yalman’ın, Mustafa Kemal’e telgraflar göndererek artık gazetecilik yapmayacağına dair söz vererek yargılanmaktan kurtulduğu söylenir. Yalman gerçekten uzun yıllar gazeteciliği bırakıp, araba lastiği satmış, reklam yazarlığı yapmıştı. Babiali’nin en meşhur isimlerinden Hüseyin Cahit ise gazetesi Tanin’de Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’daki polis aramasını “Baskın” diye verdiği için yargılanıp, Çorum’a sürgüne gönderilmişti.
Bu şartlar altında 13 Nisan 1925 günü çıkan Resimli Ay’da, Cevat Şakir’in Hüseyin Kenan mahlasıyla bir hikâyesi yayınlandı. “Hapishanede idama mahkûm olanlar bile bile asılmaya nasıl giderler?” adlı hikâye yayınlamadan önce Cevat Şakir, Zekeriya Sertel’le endişesini paylaşmıştı ama Sertel, olayın isyanla bir alakası olmadığını söyleyerek yazıyı basmıştı. Yazıda Cevat Şakir, hapisteyken tanıdığı asker kaçağı oldukları için idam edilen dört erin son gecesini anlatıyordu:
“Harb-i umuminin sonlarına doğru bütün memleket asker firarileriyle dolmuştur. Bu hale engel olmak isteyen evliya-yı umur, ikide bir de şiddetli tedabire tevessül ederlerdi. Epeyce zamandan beri hiçbir tarafta kaçakların idamları vaki değil iken birdenbire Türkiye’nin birçok şehirlerinde “sairlerine ibret-i müessire” olsun diye birçok kaçaklar asılırdı... Fakat müteessir olmasınlar diye divan-i harpler kendilerine hükmü tefhim etmezdi. Bunun için bu zavallılar, duruşmanın gelecek celsesini beklerken asılmaya götürülürlerdi.
Sonbahar esnasında idi. Kunduzlu Mehmet, Karaçörenli (Karacaviranlı) Koca Yunus, Balta Mahmut ve İşıklarlı (Aşıklarlı) Himmet bir akşam evvel muhakemelerinin gelecek celsesini beklerken hapishanede ne kadar şen ve kaygısız vakitlerini geçiriyorlardı. Öyle ya, yirmişer defa kaçanlar salıverilirken yalnız iki defa kaçmış olan kendileri mahkûm edilmeyeceklerdi ya!
Lakin o günün akşamına doğru üzerlerine bir acı şüphe çöktü. Mahpusların akrabası, karıları, çocukları, arkadaşları kendilerini görmeye gelince ’kapıcı’ denilen mahpuslardan biri, kimin akrabası gelmişse onu iç kapıdan ’yangın var’ nidasına benzer bir eda ile ünler, yani çağırırdı. Bu akşam tekmil tutukluları müteessir eden şey bu inleyişin kesilivermesiydi. Her ne vakit bazı mahkûmlar idam edilecek olsalar, idamlarından bir gün önce hapishane müdürü ziyaretçileri, mahpuslarla konuşmaktan ve görüşmekten men ederdi.
İşte dört delikanlı firarinin zihnine şüphe girmişti. Acaba içlerinden hangisi asılacaktı.
Bu bulmacayı çözebilmek için gardiyanlara dolgunca bahşiş verdiler. Öğrendiler ki darağaçları dört taneydi. İşte o zaman anladılar, asılacak olan insanlar ta kendileridir. Bu erler ertesi günü asılacaklarını anlayınca evvelemirde gidip yıkanmışlardı. Zavallı dörtler yıkandıktan sonra tekmil eşyalarını sattılar. Aldıkları paraları da tutukluların en fakirine dağıttılar. Yirmişer yaşlarında olan Yunus, Mahmut ve Himmet gece düşündüler. Birçok sigaralar içtiler. Lakin genç bünyeleri dayanamadı yahut Allah onlara acıdı da işkencelerini kısaltmak için uyku gönderdi. Velhasıl zavallılar, pencerenin yanına başlarını dayayıp uykuya daldılar.
Yalnız, Kunduzlu Mehmet pencerenin yanına oturdu. 26 yıllık hayatının mühim vakaları gözünün önünde birer geçit resmi yaptı. Seferberlik ilan edilince askere alınmıştı. Harp esnasında Çanakkale’de birkaç defa yaralanmıştı. Uzun yıllar içinde kendisi ancak köye gitmek için izin almıştı. Hâlbuki evlatlarını çok özledi. Bir defa uzak sınırlara doğru şimendiferle sevk edilirken tren, köylerinin ta yanı başından geçmişti. İşte yüz adım ötede köylerinin evlerini, hatta kendi evinin çatısını görüyordu Uzun zamandır görmediği çocukları ta şuracıkta, şu çatının altında yaşıyorlardı. Ama gidip de geri dönmemek vardı. ‘Çocuklarımı bir defa göreyim’ dedi. Arkadaşları sen atlarken biz havaya ateş açarız dediler, zira kim atlarsa atlasın vurulsun diye emir vardı. Velhasıl trenden atladı. Bu, işte bir firar vakası olmuştu. Şimdi de onun için asılacaktı.
Derken uzaktan bir zincir şakırtısı duyuldu. Bu korkunç ses, onu ve arkadaşlarını götürüp asacak olan jandarmaların yaklaştığını bildiren meşhur bir haberdi. Kunduzlu, bir anne şefkatiyle arkadaşlarını uyandırdı. Onlar uyanınca anladılar,
“Bismillah” diyerek kalktılar. Sonra, bu dört kahraman, diğer mahpuslarla kucaklaşarak helalleştiler. Gidip kelepçeleri, prangaları, zincirleri taktırdılar. Dik dik ve emin adımlarla yürüyerek hem hapishaneden, hem de hayattan uzaklaştılar. Onlar ölüme değil sanki düğüne gidiyorlardı... Karakuşi bir emrin kurbanı olarak öldürülecek olan bu dört Anadolu çocuğunun ölümle istihza eden vakur hareketleri bana hapishanede yaşayanların yeni bir köşesini gösteriyordu... Onlar öldüklerine değil, gürültüye gittiklerine yanıyorlardı. Hapishanede hakiki katiller keyif sürerken onların öldürülmesi... İşte zavallıları öldüren manevi azap asıl burada idi. Fakat gittiler ve bir daha gelmediler. O gece bütün hapishane onların matemini tuttu.”
Dergi yayınlandıktan sonra korktukları başlarına geldi. Cevat Şakir ve Zekeriya Sertel gözaltına alındılar. Ankara’ya götürülmek üzere getirildikleri tren istasyonunda karşılaştılar:
“İstasyonda Cevat Şakir’le karşılaştım. Onun da yanında bir polis vardı. Onu da aynı trenle Ankara’ya götürüyorlardı. Şaşkın şaşkın birbirimize baktık. O da bir şey bilmiyordu. Meçhuller içinde yaşamak ne kadar güç... Kaderine sahip değilsin. Hiçbir tedbir alamazsın. Ne yapacağını bilemezsin. Akıntıya tutulmuş bir saman çöpü gibi sürüklenip gidersin. Trende Cevat Şakir’le düşündük taşındık, mademki ikimizi birden tutmuşlardı, şu halde bu iş, Cevat Şakir’in Resimli Ay’da çıkan yazısıyla ilgiliydi. Bu hikâyenin o günün olaylarıyla yakından uzaktan ilgisi yoktu.”
Cevat Şakir’in daha büyük korkusu vardı. Ankara’daki İstiklal Mahkemesi’nin başkanı Kel Ali (Ali Çetinkaya), Afyon’da babasını vurduğu olay sırasında oranın Jandarma Komutanı’ydı. Olayı yakından biliyordu. Ya kendisini hatırlarsa ve ya cinayetle ilgili sorular sorarsa?
Ankara’ya vardılar. Polis Müdürlüğü’nün bodrum katında karanlık, rutubetli oturacak yer bile olmayan bir odaya kapatıldılar. Polis Müdürü, Zekeriya Bey’in Ankara’dan ahbabıydı. Ama o gün işe bile gelmemişti. Çağırtıp, yatmak için döşek istediği milletvekili arkadaşıyla ise ancak pencereden konuşabilmişti. Ama arkadaşı da bir daha oraya uğramamıştı. Herkesin bu kadar korkmasından endişeye kapılmaya başlamışlardı. Ertesi gün, vekil arkadaşı geldi. Haberler kötüydü. Önceki akşam durumu öğrenir öğrenmez, İstiklal Mahkemesi heyetini yemeğe çağırmıştı. Ve verilecek cezayı öğrenmişti:
“Seni asacaklar kardeşim.”
Zekeriya Bey, kötü haberi Cevat Şakir’e söyleyemedi. Ertesi gün mahkemenin huzuruna çıkarıldılar:
“Alınyazım yaklaşıyordu. “Geliyorlar” diye fiskoslar oldu. İstiklal Mahkemesi’ni teşkil eden heyet geliyordu. Bana güneş bile yerli yerinde kalakaldı gibi geldi. İşte ondan sonra ağır adımlarla mahkeme heyetinin dört ‘Ali’leri göründü. Yani Afyon Ali Bey (Ali Çetinkaya ya da Kel Ali-Y.O.), Kılıç Ali Bey, bir Ali daha olacak, onun lakabını unuttum, (Ali Zırh- Y.O.) bir de savcılık vazifesini gören Necip Ali Bey göründü. Yani hepsi Ali. Hazreti Ali için Haydar-i Kerrar, yani tekrar tekrar ya da kat kat arslan denilir. Buraya gelenlerse kat kat Ali idiler.”
Mahkemenin esas savcısı olan Reşit Galip, Zekeriya Bey’in arkadaşıydı, o da duruşmaya gelmemişti. İlk olarak Zekeriya Sertel sorguya çekildi. Ardından Kel Ali, Cevat Şakir’i ayağa kaldırdı:
“-Adınız?
-Cevat
-Babanızın adı?
-Şakir.
Kel Ali bir an durakladı.
-Efendim? Cevat Şakir mi?
-Evet
-Yani şu Afyon hadisesinin kahramanı Cevat Şakir?
Cevat bir anda sendeledi ve bir külçe halinde sandalyeye çöküverdi. Korktuğu başına gelmişti. Kel Ali onu tanımıştı.
Mahkeme Başkanı birden bire sinirlendi, elini bana uzatarak:
“Beraber çalışacak başka arkadaş bulamadın mı? Çıkın dışarı” diye bağırdı. Biz çıkarken başkan, beş gün sonra savunmamızı yapmak üzere hazırlanmamızı bildirdi.”
Cevat Şakir için her şeyin bittiği andı bu. Fakat Afyon’daki mahkemelerde de arkasında duran bir el yine ona uzandı. Annesi, dayısı Nedim’i Ankara’ya yollamıştı. Nedim, Trablusgarp Cephesi’nden Kılıç Ali’nin silah arkadaşıydı.
Kılıç Ali’yle görüştü, durumu anlattı. Kılıç Ali daha sonra kız kardeşi Hakiye Hanım’ın kızı ve Türkiye’nin en önemli seramik sanatçısı olacak Füreya (Koral) ile evlenecekti.
Ve beş gün sonra tekrar mahkemenin önüne çıktılar. Cevat Şakir çok kötümserdi. “Bu adam beni Afyon’da öldüremedi, kesin burada idam isteyecek” diyordu. Suçlama okundu: “Memlekette isyan varken, askeri isyana teşvik etmek.” Savunma için birkaç kırık cümle kurabildiler. Ve karar açıklandı:
“Ceza Kanunu’nun falan ve filan maddeleri gereğince”, der demez, biz arkasından idam kelimesinin gelmesini bekliyorduk. Fakat hayır... Hüküm üç sene kalebentlikti. Birden bire kurtulmuş gibi sevindik. Benim sürgün yerim Sinop, Cevat’ınki ise Bodrum idi. Üç yıl buralarda sürgün hayatı yaşayacaktık... Dönüp başkana sordum:
-Sürgünü şehirde serbest olarak mı, yoksa kalede kapalı olarak mı geçireceğiz.
-Şehirde serbest olacaksınız”
Cevat Şakir de derin bir oh çekmişti:
“Birdenbire o heybetli mahkeme heyetinin omuzlarının üstünde kanatlar filizlenmeye başladı, o kanatlar hızla büyüyüp yükseldi... Heyetin her bir azası bir cankurtaran meleğine dönüştüler. Malum ya mahkemede gülünmez. Ne var ki, sevincimin gülüşe ve gülüşün hoplaya zıplaya bir dansa dönmesine güç mani oldum.”
Fakat Cevat Şakir’in bu sevincinin sebebi Bodrum’a sürgün edilmesi değildi. Sinop’a varan Zekeriya Sertel’in şehirde serbest dolaştığı haberini alınca sevinmişti. Kendisi için de aynı durum geçerli olacaktı demekti bu. Ama Bodrum adı gözünü korkutuyordu:
“Bodrum’un adı fenaydı. Eskiden beri Bodrum Kalesi’nden bir zindanmış gibi bahsedilirdi. Zaten Bodrum Kalesi şehri saran bir duvar değil bir kaleydi, belki de sipsivri bir kuleden ibaretti. Bodrum sözü insana bir yapının karanlık alt katı manasını veriyordu. Belki de kalenin zindanıydı. Sultan Hamit zamanında tehlikeli siyasi mahkûmlar oraya kapatılırmış... Velhasıl Cebeciler’de Bodrum ve Bodrum Kalesi’nin ne biçim bir yer olduğunu bilen yoktu. Zaten herkes beni sürgün sayıyordu.”
O tarihlerde Ankara’dan Bodrum’a gitmek için önce trenle İzmir’e gitmek, ardından otobüsle Muğla’ya gitmek gerekiyordu. Bunun tahmini 10 günden fazla sürmemesi gerekiyordu. Ama onun yolculuğu 3.5 ay sürdü. Yolluk eksik çıkınca yollarda kaldı, yeraltı otellerinde günlerce bekledi, hatta bindiği tren, devletin mallarına el koyduğunu söyleyen biri tarafından intikam için soyuldu.
Milas’a kadar arabayla geldikten sonra yol bitmişti. At sesleri duyuldu. Bodrum’a atla gidilecekti. Çünkü yol yoktu. Cevat Şakir’in deyimiyle “Bodrum yollarında Büyük İskender’in savaş arabalarından bu yana yani 2.300 yıldır tekerlek dönmemişti.”
Yola bir süre atla devam ettikten sonra Cevat Şakir’in at üstünde hem midesi ağzına gelmişti hem de at için üzülmüştü. Jandarmalara yürümek istediğini söyledi. Milas’tan Bodrum’a kadar uzun bacaklarıyla yürüdü. Bodrum’a yaklaştıklarında jandarmalar, “şehre at üstünde girmek lazım” diyerek zor bela tekrar onu ata bindirdiler. Bodrum’a vardıklarında müjdeyi kaymakam verdi: “Bodrum içinde serbestsiniz.” Bir ev tuttu. Deniz kenarındaydı. Kirası 25 kuruştu. Kirayı cebinden çıkarıp vermişti. Ev sahibinden evin anahtarlarını aldı. İçeri girdi. Sokak kapısını kapattı, avludan denize açılan kapıyı açtı:
“Heyy! Açılan kapı, birdenbire gözlerime ve gönlüme açık denizleri, kıyı ve adaları verdi. Batı göğünde, günün ufka veda edişi turuncu ve kıpkızıl çizgiler çekmişti. Onların üstünde Bodrum Kalesi kapkara bir siluet kesinliğinde yükseliyordu. Kıyıda beyaz evler pembeleşmiş, denizin mavisi de koyu menekşe olmuştu. Dalgalar eve doğru gelirken, tepeleriyle güneşin son ışığını kaplıyorlar, uçlarından kırmızı kırmızı kıvılcımlar savurarak kapının iki adım ötesinin pembe köpükleriyle yalıyorlardı. Köpükle kapı arasında kum ve gümüş teller gibi parıldayan kuru yosunlar vardı. Çocukluktan beri ilk kez çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlayarak kapıya dizüstü düştüm. Şiddetle hayret ettim. İçimde hayranlık! Gönül açıklığı! Şükran. Kıyamet kopuyor. Parmaklarımı yosunlara, kumlara daldırdım. Güzel dünyanın kumlarını, deniz çakıllarını, yosunlarını sanki inciymiş, pırlantaymışlar gibi yüzüme gözüme sürdüm, üstüme başıma avuç avuç akıttım. O deniz, o adalar, güzellikle en aşırı hayalin cennet diye göz önüne getirebileceğinden bir kat daha güzeldi. Hele o berrak gök, uzaklıklarda ne uysaldı! Denizi, asma yapraklarının fısıltısını duyuyordum. Burada ölmeyecek kadar kuru ekmek ve suyla yaşamak mutluluğunu özlüyordum.”
Cevat Şakir, 1926’da cezasının yarısını çekmek için döndüğü İstanbul’dan 1928’de bu kez kendi rızasıyla, yanına da bütün parasını yatırdığı tarım, balıkçılık kitaplarını alarak Bodrum’a geri döndü. 1947’ye kadar Bodrum’da yaşadı. Soyadı kanunuyla Kabaağaçlı soyadını aldı ama hem kendi adının ağırlığından kurtulmak, hem de Bodrum’u adından kurtarmak için Halikarnas Balıkçısı adıyla yazdı.
Çocuklarının eğitimi için 1947’de taşındığı İzmir’de de gazetecilik ve rehberlik yaparak Türkiye’yi Ege’yle, İyon medeniyetiyle ve denizle tanıştırdı. Peynir, su, İstanköy peksimeti, tütün ve rakı dışında bir şey almadan çıkılan, radyo dinlemenin, gazete okumanın yasak olduğu uzun Mavi Yolculukları o başlattı.
Paşa babasını öldürmüş bir katil evlat, askerden kaçtıkları için idam edilen erlerin hüzünlü hikâyesini yazdığı için cezalandırılmış bir yazar, defalarca evlenmiş, çocukları olmuş, debdebeli bir hayat yaşamış bir hovarda, varlıklı bir ailenin terkedilmiş yoksul evladı, Oxford’da okumuş, altı dil bilen bir entelektüel, Fatih’te bir tekkenin zikir halkalarına katılmış bir mürit...
Sürgün diye geldiği, adının manasıyla nam salmış, cezaevi kasabası Bodrum, onun kitapları ve gazete yazılarıyla beyaz badanalara boyandı, mavileşti ve bir turizm merkezi oldu.
Genelde hikaye Cevat Şakir babasını öldürdü, Bodrum’a sürgüne gönderildi diye bilinir.
Ama işin doğrusu Bodrum bugünkü şöhretini Takrir- Sükun kanununa, İstiklal Mahkemeleri’ne, Türkiye’nin düşünen insanlarına ettiği geleneksel zulümlere borçlu.
Şakir Paşa Ailesi dizisinin finaline de bir Mavi Yolculuk yakışır.
Ama yine de her şeyi televizyonlarda anlatıp insanların tadını kaçırmanın kime ne faydası var!