Adalet Hanım’ın dar zamanı...
“Adalet Ağaoğlu, cumhuriyet kadını, cumhuriyet belleği, cumhuriyet romancısıydı. Ankara’yı yazdı, Türkiye’yi etkiledi. Binlerce teşekkür, sevgi, saygı, hayranlıkla…”
91 yaşında İstanbul’da hayatını kaybeden Adalet Ağaoğlu hakkında dün Pen Türkiye’nin yayınladığı mesaj böyle bitiyordu.
Herhalde Adalet Ağaoğlu’nu bundan daha yanlış tarif etmek imkansız.
Adalet Hanım bunu duysaydı, “Damlar Damla Günler” adı altında üç cilt halinde yayınladığı günlüklerine, 1995 yılında kendisine Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Ödülü verilmek istendiğinde yazdıklarını yazardı:
“Ne diyeceğimi bilemedim. Resmi ideoloji ile benim kadar çok hesaplaşmış edebiyat yazan az. Ölmeye Yatmak'la böyle bir hesaplaşmayı ilk başlatanlardan biriyim, diyebiliyorum. Muhalifim. Yazar olarak beni ben yapan, devlet biçiminin cumhuriyet olması, ama asla ve kat'a demokrat olamaması görüşümdür. Atatürk başkanlığı çok kısa sürdü, onun Cumhuriyet ideolojisi altı ok toplumsal değişimlere dar gelmekte. İdeolojinin karar verme makamı TBMM'nin elinden alınıp gizli bir güç gibi TSK'ya devrolmuş bulunmakta. .. Haksızlıklar işlendi. İşleniyor. Ben Cumhuriyet'in uslu çocuğu olamadım; 12 Eylül Anayasası'nda da açıkça "Hayır" dedim. Genel geçerle uyumlu değilim. Çevremle dahi uyumlu olamamaktayım.”
Adalet Hanım uzun süre düşündükten sonra tepkilere aldırmadan o ödülü almaya gitmişti. Yine günlüklerine yazdığı gerekçesi “muhalif çevremle dahi uyumlu olmamaktayım” derken neyi kastettiğini anlatmaktaydı:
“Devletin sanki bir çeşit 'özür dileme' gibi giriştiği bu işi reddetmek de anlamsız. Hükümet değil, partiler değil bu girişimi yapan Cumhurbaşkanlığı. Bunu reddedeceksem nüfus kağıdımı, T.C. vatandaşlığını da reddetmeliyim. Tam bu noktada boynum kıldan ince. Çünkü benim dilim olan memleketimden başka dışarda sırtımı dayayacağım bir yerim yok. Örgütüm, etik kulübüm, alışveriş mağazalarım falan yok.”
Çankaya Köşkü’nde ödül töreninde düşünce özgürlüğünün önündeki yasaların kaldırılması isteyen bir konuşma yapmıştı ama yine de Pen Türkiye üyesi yazarlar tarafından topa tutulmaktan kurtulamamıştı. Halbuki, bir yıl sonra aynı ödülü Yaşar Kemal aldığında kimsenin sesi çıkmayacaktı.
Evet, Adalet Hanım, Ankara’yı yazdı. Ama o yazana kadar kimsenin yazmaya cesaret edemediği bir Ankara’ydı bu.
Çocukluğu, Ankara Nallıhan’da geçmişti. Ama benzer hikayelerdeki gibi Ankaralı bir siyasetçi, asker ya da sivil bürokratın kızı değildi.
Babası kumaş tüccarı Hafız Mustafa Sümer, annesi Saraybosnalı ev hanımı Emine İsmet Sümer’di.
2010 yılında verdiği bir röportajında ailesini anlatmıştı:
“İslam cumhuriyetten beri küçümseniyor. ‘Babam hafızdı’ demeye utanıyordum. Eli tespihli adam gördüğüm zaman, onu küçük görüyordum. Oralardan geliyorum. Cumhuriyetin ilk kuşağı olarak böyle düşünüyordum. Böyle düşünmem gerektiğini sanıyordum. 1960’ta da ‘Ordu millet el ele’ diyenlerdendim. Fakat darbeden sonra; darbecilerin yaptıklarını görünce iğrendim ve ürktüm. Annem de başörtülü bir insandı. Hatta ben okula başlayacağım zaman annem teyzeme ‘Nallıhan’a giderken bu kızın başını örtecek miyiz’ diye sormuştur.”
10 yıl sonra verdiği son röportajında ise o röportajda bunu söylediğine “pişman” olduğunu anlatmıştı:
“Babam Osmanlı’nın aydın bir adamıydı. Kumaş tüccarıydı. Sayesinde İstanbul’u dört yaşında tanıdım. 1933 yılında kız çocuklarını okula gönderme kanunu çıkmasaydı ne olacaktı? Nüfus kâğıdım bile yoktu. Dindar olan babamın sesi çok güzelmiş. Hatim indirirmiş. Hafız kendisi. Sırf ben ortaokulu okuyayım diye, benim için Ankara’ya taşındı. Okuyabildim ve fakülteyi bitirdim Ankara’da. Batılılık o kadar ciğerime işlemiş ki… Hafız demeye neden utanıyorum? Halbuki sanatkâr.”
Eğer İstiklal Harbi’nde İsmet Paşa’yı Ankara’ya kaçıran askerlerden biri olan hafız babası onu okutmak için bütün ailesini alıp Nallıhan’dan Ankara’ya taşınmasıydı, muhtemelen Adalet Ağaoğlu diye birini tanımıyor olacaktık.
“Değişik bir şey vardı bizde. İki ayrı kültür yan yana, barış içinde” diye tarif ettiği, bayram günleri misafirlere likör ikram edilen Nallıhanlı varlıklı dindar ailesinin, Cumhuriyet Ankara’sındaki hikayesi, bütün romanlarında izleri görünen çelişkinin ilham kaynağı oldu.
1953 yılında girdiği radyoda, o günlerin TV dizileri gibi olan radyo tiyatrolarının aranan yazarıydı. Radyonun gelmiş geçmiş en popüler programı “Arkası Yarın” ın isim annesiydi.
O günlerde adı Adalet Sümer’di. Bir yıl sonra Boğaz Köprüsü inşaatlarında görev yapacak inşaat mühendisi Halim Ağaoğlu’yla evlenip Adalet Ağaooğlu oldu.
17 yıl radyoda ardından TRT’de çalıştı, yöneticilik yaptı.
DP, 27 Mayıs, AP...
Her devir sansürlerle, yasaklarla boğuştu. İlk zamanlar 27 Mayıs’ı desteklese de pişman olması çok uzun sürmedi:
“İsmet İnönü, bir iki gündür, 'ikili' mi desem, 'ikircikli mi'; tuhaf bir tutum içinde. 27 Mayıs'ta siyasi haklan ellerinden alınanlara bu hakların geri verilmesini savunuyor. Şey ... Ne bileyim, bu benim aklıma hep: "İyi de biz bu herzeyi niye yedik John?" fıkrasını getiriyor.”
60’lı yıllarda radyoda “Sartre Küba'yı Anlatıyor” kitabının 'Kitap Saati'nde tanıtımına izin verdiği için komünistlikle suçlanıp, mahkemeye verilmişti. "Demek CHP solculuğu statükoyu sürdürmekten ibaretmiş" diyerek çıkıştığı TRT Müdürü, "Bir dakika Adalet Hanım, TRT kurulunca, sizi buraya aleyhinizdeki MİT ve Emniyet dosyalarına rağmen aldım ve tutmaktayım" demişti.
Halbuki hakkında gizli raporlar tutulmasına ihtiyaç olmayacak kadar aleni bir solcuydu. 1965 seçimlerinde radyo seçim sonuçlarını verirken güneydoğu masasına o bakıyordu, sandıklardan TİP’e oylar çıktıkça masasından “Yaşasın” diye tezahürat yapacak kadar cesurdu ya da günlüğüne yazdığı gibi “aptal.”
Ama içinde olduğu sol mahalleye de tam olarak ait değildi.
Adli yıl açılışlarında İslam’ı eleştiren konuşmaları yüzünden 1969’da vefat ettiğinde cenazesinin kılınması engellenmeye çalışılan Yargıtay Başkanı İmran Öktem’in laiklik eylemine dönmüş cenaze töreninde o da kalabalığın içindeydi ama akşam günlüğüne şöyle yazmıştı:
“Yüründü. Anıtkabir'e doğru: Laik Türkiye Cumhuriyeti'ni(!) savunuyoruz. ( ... ) Söylemem akıllılık mı, aptallık mı? İşte söylüyorum. Başımız sıkışınca Atatürk. Atatürk yetiş! Bu kısır döngü, içine sıkışıp kaldığımız bu akvaryum ne zaman aşılacak? Bir yandan onun açtığı kapıdan geçmeye kalkıyor, daha geçerken iki çelme üç namluyla geri püskürtülüyoruz: Atatürk yetiş! .. Beri yanda: "İşçiler neredesiniz, koş gel!"ler ... Taban nerde? Orada ne var? İşçileşememiş köylü. Sivil ve özellikle askerden üretimsiz bürokrat. Halim yanımda yürürken: "Kendimi vitrine konmuş gibi hissediyorum" dedi durdu. İki yanlı kaldırımlarda 'halk' bizi seyrediyor. Onlar tarafından yürüyüşe katılım, yok denecek kadar azdı. Peki yürüyüşü dışardan izleyenler alkışlarıyla aramıza katılmış olmuyorlar mıydı? Hatta içlerinden biri: "Atatürk geliyor!" diye bağırdı... Ankara Palas'ta ilk baloma götürüldüğüm akşam bütün kederiyle canlandı içimde ve gözümde. Cumhuriyet baloları ... Dönüşüme inanmışların acemi dansları, valsleri; annelerimizin çeyiz sandıklarından çıkarılma ipek bürümcüklerden yapılma tuvaletlerimiz ve neşve-rüba hallerimizle objektife acemi tebessümlerimiz. Cumhuriyet'in Hayatı: Roman! İkide bir içimi dürtükleyen bu romanı yazmalıyım.”
O romanı yazdı ama, o yıllarda laik kesimde, entelektüel dünyada bu hesaplaşmayı yapmak hiç kolay değildi:
“Böylece şunu düşünmeye başladım; kültür ikileminde bizim kuşağımız, anne babalarımızın dramını hiç yazmadık. Cumhuriyet’in ilanından hemen sonra halkın alıştığı eğitimden, kültürden, ertesi gün başka bir şeye geçiliyor. Babam hafız; İstanbul’da olsa şarkı söyleyebilirmiş, Hafız Burhan gibi. Hemen kavuğu elinden alınıyor; o töreni gördüm ben, üç yaşındaydım. Babama gösterilen saygıyı da gördüm ama ağladılar çoğu babamın artık hafızlık yapamayacak olmasına. Ezanın Türkçeleştirildiği dönem… Babalarımız birinci kuşaktı; biz ikinci kuşağız. Bizim kuşağın nasıl bir kültür ikileminde büyüdüğü benim düşüncemi çok oymaya başladı. Önümüze çıkan her durumda bu ikilem var. Gelenekle yeni hayat arasında böyle bir ikilem yaşıyoruz. Okul, Cumhuriyet ideolojisi aşılamaya çalışıyor; evde anne baba bunu bilmiyor, kısa çorap giydirmiyor. Bu kültür ikilemini aklıma koydum; kendim de çok acısını çektim.”
Romanını yazabilmesi için önce vaktinin çoğunun alan TRT’den ayrılması gerekecekti. Zaten Demirel iktidarında artan sansüre, hükümetin TRT’nin özerkliğinin yavaş yavaş kaldırma girişimlerine tahammül edemiyordu. Askeri cuntalar kadar sivil cuntalara da karşıydı:
“TRT özerkliği elden gitmekte. İktidar bir yanda, biz bir yanda; boğuşup duruyoruz. Ateşim düşmüyor. Bazı arkadaşlarım telefonda 'cunta'nın yeni bazı oyunlarından söz ettiler. Biz, hazırlattığımız programlarda doğruluğu kontrol etme ve kalite düzeyini gözetme yerine 'polis denetimi' yani sansür mekanizmasını işletmemizi isteyenlere 'cunta' adını taktık da...”
TRT özerkliğini kaldıran yasayla birlikte 1970 yılında, yeni atandığı TRT Programlar Daire Başkanlığı’ndan istifa etti. TRT’den ayrıldığı gün günlüğüne bir satır not düşmüştü:
“Dünya çok geniş, TRT fazla dar.”
O TRT’den ayrılırken Karayolları Genel Müdür Muavini olan eşi Halim Ağaoğlu da Boğaziçi Köprüsü’nün yapımına “zaman ve hazırlık eksikleri” nedeni ile karşı çıktığı için İTÜ’den sınıf arkadaşı olan Başbakan Demirel ile anlaşamayınca görevinden alınmıştı.
Artık işsizdiler. Nihayet romanını yazmaya başlamıştı. Solun yükseldiği zamanlardı. Sanatın ideolojik propaganda için kullanılmasından rahatsızdı:
“Sloganlardan kaçarak, sanatın estetiğinden taviz vermeden ve insani boyutları öne çıkarıp göze ve akıllara sokarak. İşini iyi güzel yapmak Türkiye'de kimseye yetmiyor artık, yetmiyor! Etkili bir tiyatroyu , neden etkili olduğunu tartıp biçmeden bir yandan 'Mao'cular, öte yandan 'Che'ciler, ikisinin başında da ülkücüler ele geçirmek için ortalığı toza dumana buluyorlar.”
Romanını yazarken 12 Mart darbesi oldu. Darbenin ilk günlerinde solcular darbeyi kendi ilerici askerlerinin yaptığını zannedip kutlarken Adalet Hanım günlüğüne şöyle yazmıştı:
“Büyük kumandanların muhtırası. Demirel hükümetinin devrilişi. "Bu bir sessiz ihtilaldir."= Hoşgeldin 27 Mayıs! Muhtıra, ilericilerin, solcuların yanındaymış gibi bir hava estiriyorsa da, "Askeri darbe, askeri darbediiiir!" Yok Muhs in Batur'muş, yok Tağmaç'mış, yok Alpan'mış şuymuş, yok buymuş.”
Arkadaşları tek tek tutuklanıyordu. Öfkeliydi. Babası onun da diğerleri gibi solcu olup olmadığını merak etmiş, evdeki kitaplar yüzünden kızının başına da bir şey gelmesinden endişelenmişti.
Bu zor zamanlarda eşiyle çıktıkları Avrupa seyahatlerinde Türkiye’nin kaosundan uzaklaşıyor ve romanına odaklanıyordu.
Nihayet, 1973 yılına, yani Cunhuriyet’in 50’inci yılına yetiştirdi romanını; “Ölmeye Yatmak.”
Roman, ilçe ilkokulunun hırslı, idealist, Atatürkçü öğretmeni Dündar’ın Cumhuriyet’in 15’inci yıldönümü için okulda hazırladığı büyük kutlama prodüksiyonuyla açılıyordu:
“Geç bile kaldı bu okul. Bu yıl da olmasaydı Öğretmen Dündar karalar bağlayacaktı. Beceriksiz, yenik, ülküye sırt çevirmiş olacaktı. Ondan sonra saf dışı duyar kendini. Boşlukta sallanır kalır. Merkezi Hükümet’e bir çağırsalar, kimsenin yüzüne bakmaya surat kalmaz. Başöğretmen’i zorlayışları bundan. Kulağının dibinde arı gibi vızıldayışları. Polkayı kabul ettirmek için artık bir seferinde, “Atam, Atam, Büyük Atam!...” diye hıçkıra hıçkıra ağlamıştı. Ağlayışı içten.”
Kutlama sırasında kızlı erkekli öğrencilerin yaptığı polka dansı, çocuklarının gösterisini ilk kez kadınlı erkekli bir arada izleyen kasaba ahalisini biraz germişti:
“Eşraf ve esnaf babalar, polka ve rondo ile kirlenen namuslarını örtbas etmek için durmadan öksürüyor, kafalardaki bütün sıkıcı düşünceleri kovalamak için gerekli gereksiz gülüyorlardı. Medeni olmak buyurulmuştu. Eh, ne yapsın onlar da medeni olmuşlardı işte. Suç kendilerinde değildi.”
Hala o romandaki kadar sert bir resmi ideoloji eleştirisi yazılmadı.
Romanın baş karakteri Aysel’le benzerlikleri tesadüf olamayacak kadar fazlaydı. Aynı yaşlardaydılar. Onun da babası kumaş tüccarıydı. İkisinin de babası Kurtuluş Savaşı’nda İnönü’yü Ankara’ya kaçıran askerlerdendi. Aysel de Ankara’daki okulda örgülü saçları, uzun etek boyu yüzünden kasabalı kız muamelesi görmüş, kasabaya giderken de başı örtülmüştü. Üniversitede profesörken kocasını aldatıp, ölmeye yatan Aysel, cumhuriyetin bu iki dünya arasında kalmış modern kadınını temsil ediyordu. Adalet Ağaoğlu gerçekten de dediğini yapmış, Cumhuriyet neslinin yani kendi ailesinin romanını yazmıştı
Roman devrinin tüm ödüllerini toplamış ama bu alışılmadık hesaplaşma yüzünden eleştirmenlerden pek de yüksek puanlar alamamıştı.
Bu arada ailesinde üst üste acılar yaşandı. Önce 1975’de 50 yaşındaki abisi doktor Cazip Sümer, Kumburgaz’da yürürken bir arabanın çarpması sonucu vefat etti, iki yıl sonra da küçük kardeşi tiyatro ve sinema oyuncusu Güner Sümer’i 41 yaşındayken kanserden kaybetti.
Bu acılar arasında, eşinin iş gezisi için gittikleri Trabzon Borçka’da bindikleri bir taksinin şoförünün arabasına gösterdiği aşırı titizlikten ilham alarak 1976 yılında, daha sonra Sarı Mercedes diye filmi yapılacak “Fikrimin İnce Gülü”nü yazdı.
Bu arada gazetelere yazdığı yazılarda cumhuriyet devrimlerinin aceleciliğini, dil devrimini eleştirmişti. Çınar Oskay onunla yaptığı son röportajda bu eleştirilerini hatırlattığında şu örneği vermişti:
“Kökten değişim aslında çok tehlikelidir. Eski ahşap bir ev var. Damat, gelin, çocuklar, torunlar aynı evde yaşıyorlar. Zaman geçiyor, apartmanlar ortaya çıkıyor, kadınlar çalışmaya başlıyor, depremden söz ediliyor. Konak yıkılacak, apartman yapılacak. Kökten değişim, hesaplanarak olmalı. Konaktakiler nerede yıkanacak, nerede yiyip içecek; bu kadar insani yaklaşmak lazım her şeye.”
Edebiyatındaki siyasi hesaplaşma, çıtayı her seferinde biraz daha yukarı çıkararak devam etti.
1978 yılında yayımladığı “Sessizliğin İlk Sesi” adlı hikâye kitabındaki “Sen Ey Kutsal Işık” hikâyesinde yeni açılacak meydana bir Atatürk heykeli dikmeye çalışan bir belediye başkanının başına gelenleri anlatmıştı:
“Bana bir Büyük Kumandan gerek. Çabuk tarafından ve iyi bir Büyük Kumandan. Örneklerinizi gösterin. Bu olmaz. Dört yanı meşaleli Büyük Kumandan’a belediyemizin gücü yetmiyor. İki yanında meşale yananına da gücümüz yetmiyor. Bizim büyük kumandan tek elinde bir meşale tutsun. Bu büyük boy Büyük Kumandan kaça? Olmadı. Bize göre değil. Öyleyse büyük tam boy Büyük Kumandan yerine küçük tam boy bir Büyük Kumandan...”
1979’da “Dar Zamanlar” serisinin ikinci romanı “Bir Düğün Gecesi”ni yayınladı. Henüz darbeye bir yıl varken Türk edebiyatının en anti-militarist romanını yazmıştı.
Roman, bendeki imzalı nüshasında bizzat Adalet Hanım’ın kendi el yazısıyla tarif ettiği gibi “köşeyi dönenlerle, generallerin el ele vererek halkın tepesine inişlerinin resmi”ydi.
O güne kadar bir Türk romanında generallerden hiç böyle bahsedilmemişti. Roman, zengin ailenin kızı ve tümgeneralin oğlunun düğün davetiyesiyle açılmaktaydı:
“Kalkınan memleketimizin milli temeline yeni bir harç olmak üzere kızımız Ayşen’le, oğlumuz Ercan’ın Anadolu Kulübü’nde yapılacak olan nikah ve düğün töreninde sözleri de aralarında görmekten mutluluk duyarlar.”
Bu yüzden “Bir Düğün Gecesi” de yine çok sattı ama edebiyat çevrelerinden yine hak ettiği büyük tezahüratı alamadı.
Roman ordu tabusuna çarpmıştı:
“Hele Fethi Naci'nin, belki de çok haklı biçimde Bir Düğün Gecesi'nin eleştirisinde "düğün"ün 'erkek yanı' orgenerallik, askerlik, Korelik, Harbiyelik bahsine hiç el sürmemesine, durumu 'roman tabii bunlardan ibaret değil, kalanına sonradan değineceğim,' diyerek hiç değinememesine ne diyeceğim? Kendini de beni de korumuş bulunan çok deneyimden geçmiş 'oto sansürüne' teşekkür etmekten başka ... Bende git gide bir 'derin devlet' sorgulayışı uyandıkça uyanmakta ... 'Meçhul katiller' hep hem ayakta hem meçhulde kalmalarıyla böyle oluyor bu. TSK'ya 'dokunmak' kabullenilmiş bir tabu.”
Ama romana, beklenmeyen bir yerden büyük bir övgü gelmişti.
Hisar dergisinde roman için “Yeni Bir Satyricon" başlıklı bir yazı yazan Cemil Meriç’ten:
"Bir Düğün Gecesi karamsar bir kitap. Başka nasıl olabilirdi? Yaşadığımız çağın neresi aydınlık? .. Kahramanları, hepsi de mutlu olmak için yaratılmış, ama hiçbiri mutlu değil. İnsan kaderine eğilen büyük düşünce adamlarının hangisi iyimser. Dante mi, Balzac mı, Dostoyevski mi? .. Bir Düğün Gecesi, bir cenaze töreni kadar hüzün verici. Adalet Ağaoğlu karanlık bir dönemi bütün acıları, bütün hayal kırıklıkları ile kitaplaştırmış... Adalet Ağaoğlu, yaptığı işin sorumluluğunu çok iyi anlamış. Bir Düğün Gecesi Türk edebiyatının yüz aklarından. Dostoyevski, 'her mukayese küçültür,' der. Ben öyle düşünmüyorum. Genç romancı, bin yıl önce yaşayan bir Murazaki'yle, yüz yıl önceki bir George Sand'la, bir Madame de Stael'le boy ölçüşebilecek bir kabiliyet.”
Adalet Ağaoğlu, bu yazıyı okuduğunda utanmıştı. Ama övgüler yüzünden değil. Neden utandığını da kendisine karşı her zamanki dürüstlüğüyle günlüğüne yazmıştı:
“Battaniyeye sarılıp, Hisar dergisinin temmuz sayısında yayımlanmış Cemil Meriç yazısını yeniden okudum. Temmuz sıcağından sonra aralık soğuğunda okursam, belki yüzüm daha az kızarır diyebilmek istiyorum. Yazarlığı, düşünceleri bizden kaçırılmış, buna da bizlerin, en yakınından benim, kendimin dangalakça boyun eğdiğim Cemil Meriç. Çevrem de öyle dar ki, biri çıkıp beni vaktiyle "hişt, hişşt"lemeliymiş! Görmez gözleriyle romanımı kızına okutmuş; yetmemiş Ankara'daki bir tanıdığı vasıtasıyla bana üç cilt kitabını göndermiş sayın Meriç: Mağaradakiler, Bu Ülke, Umrandan Uygarlığa. Utanç içindeyim. Kitaplarını okudukça utancım artmakta. Bir Düğün Gecesi romanım üstüne "Yeni Bir Satyricon" başlığıyla yazdıkları yazıyı yeniden okuyor, ülkenin bir aydını üstüne cehaletimden dolayı büsbütün yerin dibine geçiyorum. Ben geçmişi bilmiyorum, geçmiş ise, onca çalkantılardan geçe geçe, yaşamın tanıklığında beni biliyor. Cemil Meriç. Kör. Yanında kızı. Ümit. Okuyor, yazıyor. İşte. Kış gecesi. Evin içi buz. Yanaklarım utançtan yanıp tutuşuyor.”
Ve 12 Eylül darbesi.
Darbecilerin 1981’deki yasaklı yayınlar radarına “Fikrimin İnce Gülü” takıldı, kitap hakkında toplatma kararı çıkarıldı. İtiraz için sıkıyönetim savcılığına başvurduklarında, savcı hakkında ihbar var diye Bir Düğün Gecesi’ni de uzattı:
“..bakın yine yayınlarınız arasında çıkan ve aynı yazarın şu romanı için de ihbar vaki," diyerek Bir Düğün Gecesi'ni uzatmış bulunmakta. Burada altları kırmızıyla çizilmiş yerler paragraf paragraf! Demokles'in kılıcı. Toplanan romanım mahkemede 'suçlu' bulunursa, ötekisiyle de suçlanacağım. Çifte hapislik. Manen de-madden de”.
Romanlarının tepesinde demoklesin kılıcı sallanırken yeni romanlar yazdı.
Ülkedeki umutsuzluk, siyasi şiddetten kaçış romanı olan Yazsonu (1980), merceğini yükselen işadamı sınıfına çevirdiği Üç Beş Kişi (1984) ve “Dar Zamanlar” serisinin üçüncü kitabı Hayır (1987).
Ama artık sadece yazarak değil bir aktivist olarak da siyasetin içindeydi. Darbenin ardından yapılması gereken en acil ama en tehlikeli işlerin bir parçası olmaktan çekinmedi. Ayrınlar Dilekçesi’ni imzaladı, 1986’da İnsan Hakları Derneği’nin kurucuları arasında yer aldı.
Üstelik eşi Özal tarafından Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nü yapan Türk ve Japon konsorsiyumunun genel sekreterliğine atanmışken...
Bir taraftan da Kürt meselesi, savaş, fail-i meçhullerle ilgili her inisiyatife, düşünce suçuna karşı girişimlere destek veriyor, bu yüzden mahkemelerde yargılanmaktan çekinmiyordu. 90’larda rutin dışına çıkmış devlet politikalarına karşı öfkesini günlüğüne de yazmıştı:
“Bosna'daki mezalim bizim Güneydoğu'muzdaki T.C. mezalimine eklenince, insanın insan olmaktan hoşnut kalabileceği anlık bir aralık bulamıyorum. Bosna'ya gitmeliyim; orada kendimi vurdurup cesedimi yaktırmalı, küllerimin de Tunceli'ye gönderilip savaş düşkünlerinin gözlerinin içine içine doldurulmasını sağlamalıyım. Bosna'ya gidecek aydınlar. Eğer bu hem din, hem savaşan ruhları tatmin için olacaksa kalsın varsın, kalsın, kalsın ...”
Ama 2005’de PKK altı yıllık çatışmasızlık döneminden sonra yine terör eylemlerine başlayınca, bu şiddete karşı mesafe almadığı için İHD’den istifa edip, kendi mahallesini karşısına alacak kadar da cesurdu:
“Derneğimizin kuruluşundan bu yana toplumumuzda insanlık haklarının korunması için duyarlı kaldım; toplum bilincinin bu yönde aydınlanması için elimden geleni yapmaya çalıştım. Derneğin çabaları da genel anlamda, "özellikle ülkemizin içbarışını büyük ölçüde zedeleyecek şoven-milliyetçi kışkırtıları cesaretlendirecek" bir tutum göstermediği kanısında oldum. Yazık ki bu kanım, İHD'nin İstanbul Başkanı Sayın Emil Galip Sandalcı'nın başkanlığından düşürüldüğü genel kurul toplantısında sarsılmıştır. O günden buyana İHD'nin esprisinde tek yanlı bir 'ırkçı milliyetçi' hak korunmasının belirli hale geldiği izlenimim silinmedi, arttı. Demek üyeliğinden çekilmemi, ülkemiz koşullarını gözönünde tutarak hep "Şimdi sırası değil, şimdi sırası değil!" görüşüm çerçevesinde geciktirdim. Ancak 200 aydınımızın imzasını taşıyan Kaygılıyız-Uyarıyoruz bildirisinde, İHD Başkanlığı'nın da imzası bulunduğu halde, kamuoyunun İHD'nin insan haklarına tek yanlı, etnik gruplar ağırlıklı olarak sahip çıktığı inancının değişmediği izlenimi edindim. Demek ki, etnik milliyetçilik kışkırtılarının, örnekse PKK terörünün yeniden iç barışı tehlikeye attığı bir zamanda dahi, İHD bu cesareti önleyecek yeterli gayreti gösterememiş bulunmakta. Kamuoyunda ülke barışı için olumlu bir fikir yaratamamış İHD'deki üyeliğinin sürmesini, tarihin şu zamanında artık 'mazur göremiyor' istifamın kabulünü diliyorum.”
2005’de ünlü Diyarbakır gezisinden önce Başbakan Erdoğan’la Kürt sorununun çözümü için görüşen heyetin içinde yer almaktan, 2006’da Hrant Dink tehdit edilirken ona destek için Agos’un önüne kadar gitmekten, 2007’de e-muhtıraya karşı çıkmaktan, 2008’de 27 Nisan muhtırasında tepki olarak ne derler diye düşünmeden Abdullah Gül’ün davetiyle Çankaya Köşkü’ndeki resepsiyona katılmaktan da çekinmedi.
Bütün ömrünü resmi ideolojiyle, darbelerle, katı siyasi pozisyonlarla mücadeleyle geçirmiş bir entelektüel olarak AK Parti’nin demokratikleşme ve sivilleşme mücadelesine önyargısız destek vermesi de sürpriz değildi.
Bu yüzden 2010’da 12 Eylül referandumunda Evet’i aktif bir şekilde savundu, bu yüzden 71 yaşında katıldığı bir konferansta üzerine yumurta ve boya atıldı.
Ama 2013’den sonra artan şiddette, AK Parti’nin Türkiye’yi demokratikleştirme ihtimaline verdiği bu destek yüzünden duyduğu pişmanlığı, ölümünden sonra bile onu tekmelemeye çalışan fikir yobazlarının ömürleri boyunca yapmaya cesaret edemeyeceği bir sertlikte ifade etmekten de çekinmedi.
91 yaşında bile, “keşke bu kadar çok yaşayıp, dünyanın bu halini görmeseydim” dediği son aylarında verdiği son röportajında kendi kendisini acımasızca eleştirmekten geri durmadı.
Türkiye ortalamasının çok üstünde bir fikri olgunluğa ve entelektüel ahlaka sahipti.
Bu fikri olgunluğun ve entelektüel ahlakın kökeni hakkında 40’ıncı yaş gününde günlüğüne yazdığı satırlar bir fikir veriyor:
“Doğum günüm. Yaş 40. İşte böyle. Aile, bütün sevdiklerim öğle yemeğine geldiler. Babam her zamanki gibi 'mukaddes hediyesi'ni verdi. Annem nefis yün yelek yapmış . Güner, bugün genel provası olduğu için dün uğrayıp bana Maxime Rodinson'un Hazret-i Muhammet adlı kitabını armağan etmişti. Çok ilginç. İnsan sanki bir islam sosyalizmi olabilirmiş sanıyor. (Batı'nın Doğu bakışı.) Bir yanda Marcuse, bir yanda Maoizm. Bir yanda da Maxime Rodinson; Hepsinin üstünde ülkede türlü biçimde yorumlanan Marx ve her derde şifa Atatürk! Gramsci'nin ne zaman, nerde Gerçek her zaman devrimcidir, dediğini biliyorum. Bilginin de yaşamdaki yerini, karşılığını bulmak, bilgiyi hayatla denetlemek, denetlenmemiş hiçbir kuramı da gerçek saymamak gerek.”
“Bilgiyi hayatla denetlemek, denetlenmemiş hiçbir kuramı da gerçek saymamak.”
Okununca kolay ama hayatta uygulanması çok zor bir prensip.
Aldanma, hata yapma, bu yüzden suçlanma, kalabalıkları karşına alma riski büyük, ama yalnız kalma pahasına da olsa, hatada ısrar etme, tarihin karanlık tarafında kalma riski yok.
Adalet Hanım bu yüzden bir süre yolunun Adalet ve Kalkınma Partisi ile de kesişmesinden de yüksünmedi. Adalet ve Kalkınma Partisi, Adalet Hanım’ın uzun yıllar önce keşfettiği, üzerine romanlar yazdığı travmaların bir sonucuydu. Onun ümidi bu travmalardan, bir daha kimsenin benzer travmalara maruz kalmayacağı bir demokrasiye varılmasıydı. AK Parti ise bir süre gittiği bu yoldan sonra başka bilindik, denenmiş yollara sapmayı tercih etti. AK Parti, adaletten uzaklaştıkça, Adalet Hanım’dan da uzaklaştı. 2010’da geçmişle yüzleşme, hesaplaşma atmosferinde verdiği bir röportajda gençliğinde babasının hafız olmasından utandığını söylediğine bile 10 yıl sonra pişman oldu. Çünkü bu 10 yılda herkesin kendi geçmişiyle bu kadar derin bir yüzleşme yaşamadığı, bu özeleştirilerin yeni bir yer inşa etmek için değil, kadim kavgalara odun olarak atılmak üzere kullanıldığı ortaya çıkmıştı.
1996 yılında Sarıyer’de sahilde yürürken bir araba çarpması üzerine ağır yaralanarak, iki yıl hastanelerde tedavi gören Adalet Ağaoğlu için Can Yücel “Sen Türkiye’nin en güzel kazasısın” demişti.
Gerçekten de bürokratik ve laik Ankara’da dindar ve varlıklı bir ailenin solcu yazar kızı olarak baştan ayrıksı başlayan serüveninde, entelektüel cesareti, olağanüstü kalemi, gözlem gücü, orta-üst sınıf olmanın getirdiği “Hayır” diyebilme konforuyla da birleşince Matrix hata vermiş ve ortaya hesapta olmayan güzel bir kaza çıkmıştı.
91 yıl sürse de dar zamanlarda yaşadı ama o dar zamanları genişletmek için romanlar yazdı, siyasi pozisyonlar aldı.
Türkiye, bu zamanların fikri ve siyasi darlığından çıktıkça onun değerini daha iyi anlayacaktır.