Üsküp’ten kalkan bir tren…
Üsküp, İstanbul’dan 61 yıl önce bir Osmanlı şehri oldu. 1912-13 Balkan harbine kadar da öyle kaldı.
Doğal olarak resmi dil ve çarşı dili Türkçe’ydi, elitleri de Türklerdi.
1930’larda Yugoslavya Krallığı kuruldu. Sonra İkinci Dünya Savaşı patladı. Tarih boyu “Milletler salatası” olan Makedonya tekrar karıştı.
Nazilerle işbirliği içinde Bulgarlar Makedonya’ya girince baskılar başladı.
Hatıralara göre bardağı taşıran; 1941’de Üsküp’te halka yiyecek ve yakacak için kupon dağıtan bir Bulgar memurun bir Türk gence muamelesi oldu. Bulgar memur, sırada bekleyen Türk’e “çekil Çingene” diye bağırınca, genç adam “Çingene değilim, Türküm” diye itiraz etti. Memur da “Oştepoloşo (Daha beter) deyip, genç adamı dövdü.
Benzer baskılar Türklerin kendi aralarında örgütlenmesini teşvik etti.
O yıllarda Balkanlarda yaşayan Müslümanlar medrese tahsili için Türkiye’de medreseler kapatıldığı için El Ezher gidiyorlardı.
El Ezher’de okuyup dönmüş Şuayib Aziz’in öncülüğünde bir grup Türk genci o tarihlerde bir araya gelerek gizli “Yücel” teşkilatını kurdular
Esas ideolojileri Türk ve Müslüman kimliklerini korumaktı. Nutuk, Safahat, Namık Kemal okuyorlardı.
1945’de savaş bitip Tito önderliğinde partizanlar Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti'ni kurunca önce rahatladılar.
Kimliklerine baskılarının azalacağını düşündüler.
Türkçe Birlik adlı bir gazete çıkarmaya başladılar. Türkçe tiyatro, radyo yayınları yaptılar.
Ama halkların kardeşliği sloganı atan sosyalist rejimin Yücel teşkilatı gibi örgütlere tahammülü yoktu. Bir de Türklerin Müslüman hayat tarzına.
Komünist Parti yetkilileri, Türklerin önderleriyle yaptıkları toplantılarda özellikle kadınların feracelerini çıkarması için baskı yapmaya başlamıştı.
Onlara Türkiye’de ferace ve çarşafın yasaklandığını hatırlatıyorlardı.
Ama devletlerini kaybetmiş insanlar kimliklerine sıkı sıkıya sarılmışlardı, direndiler.
Ağustos 1947’de bir gece Yugoslav gizli polisi Üsküp’te evleri basmaya başladı. Onlarca Yücel teşkilatı üyesi pijamalarıyla gözaltına alındı.
Aylarca hapishanelerde işkence gördüler. Sonra yargılamalar başladı.
Türkiye için casusluk yapmakla, teröristlikle suçlandılar. Avukatsız yargılandıkları duruşmalar hoparlörlerle bütün Üsküp’e dinletildi.
6 günde yargılama bitti ce 64 kişi ağır cezalara çarpıtıldı.
Dört genç Yücelci yöneticiye ise idam cezası verilmişti: Şuayp Aziz, Nazmi Ömer, Şerafeddin Ferid, Fettah Süleymanpasiç ve Mehmed Dalip.
Yücelciler üzerine çalışmalarıyla tanınan tarihçi Yıldırım Ağanoğlu’nun aktardığına göre Belgrad Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun olan ilk Türk olan hakim Nazmi Ömer, 9 aylık evliydi. Eşiyle son görüşmesinde 'Ağlamayın, ne ağlıyorsunuz, ben gidiyorum ama sizi arkamdaki (Türkiye'yi kastederek) milyonlarca kız kardeş ve kardeşe emanet ediyorum. Yaşasın Türkiye' demişti.
Ama Türkiye Belgrad Büyükelçisi’nin de adının geçtiği davaya kayıtsız kalmıştı.
Zamanın Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak, “davaya müdahil olacak mısınız” sorularına “Bu hususta benim de malumatım sizinki kadardır. Tarafımızdan herhangi bir teşebbüste bulunulmuş değildir” cevap vermişti.
Son umutları Ankara olan dört Yücelci Türk, 27 Şubat 1948 günü bir kayanın dibinde kurşuna dizildi.
Bu idamlar Makedonya’da yaşayan Türkler için büyük bir travma oldu.
1951’de Tito ülkede feraceyi yasakladı. Türk esnaflara ve çiftçilere yönelik vergi ve kredi zorlukları, mülkiyete yönelik sosyalist baskılar yılgınlığı artırdı.
“Ya kolhoza ya Türkiye’ye” kampanyaları başladı. Ama Yugoslavya’nın kapıları kapalıydı.
Nihayet 1953 yılında Türkiye ve Yugoslavya Balkan Paktı’nı imzaladı. Tito’nun Türkiye ziyaretiyle oluşan pozitif havada Yugoslavya, Türklerin Türkiye’ye göçünü kolaylaştırdı.
Kimliklerini ve dinlerini korumak isteyenler Türk aileler, “Stanbul”a doğru trenlere binip göçe başladılar.
1952’de 30 Türk Türkiye’ye göç etmişken, 1953’de bu sayı 640’a, 1954’de 5062’ye, 1955’de 9669’a çıktı.
Sadece Türkler değil, Müslüman Arnavutlar ve Pomaklar da kendilerini kayıtlara Türk olarak yazdırıp göç kervanına katıldılar.
1953 nüfus sayımına göre 1 milyon nüfuslu Makedonya’da 203.938 Türk yaşıyordu.
Sadece 1953-1958 yılları arasında Türkiye'ye Yugoslavya’dan 104.372 kişi göç etti. 1967’ye kadar bu sayı 200 bine çıktı.
Gidenler, gelenleri yanlarına çağırıyordu.
Komşuları Yücel teşkilatından zulüm görmüş Akif bey, Üsküp’ün meşhur lokantalarından birinin sahibiydi.
Lokantasında meşhur et yemekleri dışında bir de siyaset konuşma yasağı vardı.
Ama sosyalist düzende esnaflık yapmak zorlaşmaya başlamıştı.
Akif Bey, çocuklarını bu “gavur” elinde büyütmek istemiyordu. “Bir gavur elinden diğerine de” gitmek istemiyordu.
Mallarını haraç mezat sattı. 1954 yılında Nusret Hanım ve altı çocuğunu trene bindirip İstanbul’a doğru yola çıktı.
Nusret Hanım da feraceliydi.
Fakat Edirne’den sonra gördüğü Türkiye ve Sirkeci’de trenden indiği İstanbul, diğer pek çok Makedonya göçmeni gibi onu da hayal kırıklığına uğratmıştı.
Burası artık hayallerindeki Osmanlı İstanbul’u değildi.
Modernleşmeyle şehirlerde yepyeni bir hayat vardı. Ferace burada da yasaktı.
Diğer Üsküp ve Makedonya göçmenleri gibi Fındıkzade’ye yerleştiler.
Makedonya’dan göçenler, bütün göçmenler gibi çok çalıştı.
Kimi Enka’yı kurdu, kim “goralı sandviç” yaptı.
Aşçılığı bırakan Akif bey, pazarcılık yaptı.
Nüfus memuru “sen mert bir adama benziyorsun” diyerek ona Mertoğlu soyadını uygun gördü.
1977 yılında vefat edene kadar geldiği İstanbul’la ilgili hayal kırıklığıyla içine kapandı.
Türkiye’ye geldiğinde iki yaşında olan oğlu Beytullah ise çalışkanlığıyla bir anda geniş bir çevre yaptı. Pazarda limon, salatalık malzeme satarak yaptığı sermayeyle başka sektörlere girdi.
Daha 21 yaşındayken 1972 yılında Nişantaşı’nın ilk kozmetik mağazalarından Soley’i açtı.
Yakışıklı, kibar, güvenilir bir esnaf olarak işlerini büyüttü. Bir şube de Taksim’de açtı.
Müşterileri arasında Yeşilçam yıldızları, siyasetçiler, gazeteciler vardı.
Yeşilçam yıldızlarına benzeyen müşterisi Ayşe Hanım’la evlendi
İki kızları oldu.
2009 yılında damadı olarak Beytullah Mertoğlu’nun hikayesine dahil oldum.
Damatlık ve kayınpederlik zorunlu bir karşılaşmadır ve genelde mesafeli ve kibar bir gerginliği de içinde barındırır.
Ama eğer karşınıza yaptığınız ve yazdığınız her şeyden haberdar, her konuyu konuşabileceğiniz, her derdinizi fark ettirmeden izleyen, eli hep üzerinizde olan iyi bir insan çıkmışsa bu zorunluluk bir rahmete dönüşür.
İmkanı varken, yanlış bir iş yapmaktan çekinip kendi arzusuyla işlerini küçültecek kadar mütevazi ve hassas, kemoterapi aldığının ertesi günü Cumartesi günü işine gidecek, gidemezse işini eve getirecek kadar disiplinli ve çalışkan, pahalı şeylerden uzak duran ama her zaman şık ve nazik olmayı başaran bir centilmen, Mubi’de Haneke filmleri izleyen ama favori dizisi Kurtlar Vadisi olan bir sinefil, Kemal Tahir hayranı, hiç bilmediğim roman ve anı kitapları okuyan bir kitapkurdu, Bebek Camisi’nin bir elin parmakları kadar bile olmayan cemaatinden bir mümin, karın ağrısına karşı bir kapak kanyak içmeyi tavsiye edecek kadar rahat, sıkı bir Osmanlıcı ama siyaseten hiçbir önyargısı olmayan bir demokrat, iyi bir gazete okuru, bayramları yaşı ne olursa olsun ailenin bütün üyelerine çizgili mendillere sardığı zarflar içinde harçlık verecek kadar babacan, entelektüel ve iyi bir insan sadece zorunlu kayınpederiniz olmaz.
Maalesef iyi insanların da kötü alışkınlıkları olabiliyor. Zararlı olduğuna inanmadığı sigara ve modern tıbba güvensizliği gibi.
Hazırlanıp gittiği doktorlar onu iyileştirmeden önce onu ikna etmeyi başarmalıydılar.
Bu kez ciddiyeti görmüş, ikna olup tedavisine başlamıştı ama zayıflayan bünyesi başka hastalıklarla geçen hafta onu aramızdan aldı.
Tek tesellimiz tam da istediği gibi “şerefiyle ve onuruyla” sürünmeden her şeyin olup bitmesi oldu.
Üsküp’te başlayan bir hikaye, şiddetli yağmur altında Zincirlikuyu’nda sona erdi.
Onunla bir kez konuşan, onu biraz olsun tanıyan herkese ya güzel bir söz ya da elinden gelen bir destekle dokunduğu gibi ailemiz için de hayatımızın dokunduğu her köşesinde yaşamaya devam edecek.
Bu vesileyle başsağlığı mesajları için arayan, mesaj gönderen herkese çok teşekkürler…
İyi bir Karar okuruydu, eleştirilerini bile “biz öyle yapmayalım” diyerek ifade eden en sadık okuruma bu köşeden veda etmek istedim.
Mekanın cennet olsun Baba…