Amerikan tiyatrosunun babası O'Neill'in başyapıtı Türkçede: Sahnede kopan aile içi bir fırtına
Amerikan tiyatrosunun babası Eugene O’Neill’in Pulitzer ödüllü başyapıtı ‘Uzun Günden Geceye’ Ötüken Neşriyat’tan çıktı. Yazar, ölümünden sonra yayınlanan bu en kişisel oyununda ailesinin bütün sırlarını ifşâ ederek, sorunları ile sahnede yüzleşiyor. Bizde ilk 1959’da Devlet Tiyatroları’nda sahnelenen oyunun, 1976’da Kent Oyuncuları sahnesinde Yıldız Kenterli Şükran Güngörlü versiyonunu seyrettim. 1988’de ise Şehir Tiyatroları’nda Nedret Güvenç’in Mary performansından büyülenmiştim.
Eugene O’Neill’in, Tennessee Williams’ın, William Inge’nin, Edward Albee’nin ve Neil Simon’ın oyunlarını hep çok sevdim, onların metinleri dilimize çevrildiğindeyse nasıl sevindiğimi ifâde edemem. Geçen ay Eugene O’Neill’den ‘Elektra’ya Matem Yaraşır’ Ötüken’den Tamer Gülbek çevirisiyle çıkınca ilk işim Göktürk Ömer Çakır’a O’Neill’den bir de ‘Günden Geceye’nin peşine düşmelerini söylemiştim, bir şey dememişti, sadece ağzına fiyonk yaptığını anımsıyorum. Bunun nedeni geçen gün belli oldu, meğerse oyun yine Gülbek çevirisiyle ve ‘Uzun Günden Geceye’ ismiyle matbaadan yeni çıkmış.
O’Neill, aile üyelerinin üzülmemesi için eşine oyunun ölümünden 25 yıl sonra yayınlanmasını vasiyet etmişti. 1953’te ölmesinin ardından yakın aile üyeleri de ölmüş olduğu için eşi Carlotta 1956 yılında oyunun yayınlanmasına izin verdi.
‘Uzun Günden Geceye’, Broadway’de ilk Helen Hayes Theatre’da 7 Kasım 1956 gecesi perdelerini açmış. Yazılanlara nazaran söylüyorum, kadrodaki Frederic March’ın, Florence Eldridge’in, Jason Robards’ın ve Bradford Dillman’ın performansları müthişmiş. Bizde ilk ‘59-’60 sezonunda Devlet Tiyatroları’nda sahnelenmiş, ona yetişemedim, ancak ‘76’da Kent Oyuncuları’ndan Harbiye Muhsin Ertuğrul Cep Tiyatrosu’nda Yıldız Kenterli ve Şükran Güngörlü ‘Günden Geceye’yi seyrettim. ‘88’de de Şehir Tiyatroları’nda Nedret Güvenç’in Mary performansından büyülenmiştim. Aslında benim ‘Günden Geceye’ tutkum bir vakitler televizyonda oyunun ‘62 yapımı sinema uyarlamasını seyretmekle başlamıştı, Sidney Lumet’in filminde Katherine Hepburn, Ralph Richardson, Jason Robards ve Dean Stockwell oynuyorlardı, bana sorarsanız, size seyrettiğin en iyi Katherine Hepburn’un da bu filmde olduğunu söylerim.
‘Uzun Günden Geceye’, O’Neill’in en kişisel oyunudur ve ailesinin bütün sırlarını ifşâ etmiştir. Babası James O’Neill bir tiyatro oyuncusuydu, eli biraz sıkı olmasına rağmen arkadaşlarıyla bar köşelerinde demlenmeyi sevdiğini ve bir evde nasıl yaşandığını bilmediğini oyundan öğreniyoruz. Bu yüzden ailede ‘günah keçisi’ olur, oğlanlar zom olana kadar içiyorsa veya Mary morfinman olup çıkmışsa, hepsinin nedeni için James’in cimriliği dile getirilir. Bir de New London’daki döküntü yazlık yok mu, orası James dışında hepsinin kâbûsudur, kasaba eninde sonunda O’Neill ailesinin hapishânesi olup çıkmıştır. Bu yüzden, meşûm 1912 yazındaki bir Ağustos sıcağında, ‘günden geceye’, hepsi içindekileri kusarlar, hesâplaşma, Eugene için oyun içinde ‘oyun’ olur, klinik depresyonla, alkol bağımlılığıyla ve parkinsonla cebelleşmesine rağmen, ‘39 ile ‘41 arasında oturup ‘Uzun Günden Geceye’yi yazar. Bir başyapıttır, ancak Broadway’de sahnelenişini göremez. 27 Kasım 1953 günü Boston’daki Sheraton Hotel’de son nefesini verir, ebedi uykusuna dalmadan evvel ise fısıltı hâlinde, ‘Biliyorum, biliyorum. Bir otel odasında doğdumu ve bir otel odasında öleceğimi’ dediği söyleniyor. Annesi Mary’nin kâbûsu olan otel odaları, Eugene’ı son nefesinde de bırakmamıştır. Şimdi Ötüken’in ‘Modern Klasikler’ dizisine büyük ustanın ‘Karaağaçlar Altında’, ‘Dondurmacının Gelişi’ ve ‘Ay Herkese Gülümser’ oyunlarını da katmasını bekliyorum, kimbilir belki önünüzdeki günlerde onları da önüme koyarlar.
’Uzun Günden Geceye’, Broadway’de ilk Helen Hayes Theatre’da 7 Kasım 1956 gecesi sahnelendi. Frederic March baba James, Florence Eldridge anne Mary, Jason Robards ve Bradford Dillman ise Tyrone ailesinin oğulları rolünde.
HİKÂYE TADINDA DENEMELER
Şu günlerde, ev arama, kitapları toplama ve sağlık gibi bir yığın sorunla boğuştuğumdan, okuma tempom hayli düştü. Buna rağmen, epeydir masamda duran Nazan Bekiroğlu’nun Timaş Yayınları’ndan çıkan ‘Mihrican Fırtınası’ isimli ‘deneme’ kitabıyla Ercan Kesal’ın Kronik Kitap’tan çıkan söyleşi kitabını okuma fırsatı bulabildim. Nazan Bekiroğlu ‘ilginç’ bir ‘deneme’ yazarı, tıpkı Borges metinlerinde olduğu gibi, onun metinlerinde de genellikle hikâye dili daha baskın olduğundan, deneme kelimesini tırnak içinde ihtiyâtla kullanmayı tercih ediyorum, bu yüzden ‘deneme’ yerine metin diyeceğim. Çok etkileyici metinleri var, örneğin beni en fazla çarpan metinlerden biri de ‘Üç Palto’ oldu, ondaki Mehmed Âkif kısmını hayli etkileyici buldum. Yazdıklarıyla yaşadıkları arasında mesâfe olmayan bir Mehmed Âkif tanımı, tam da düşündüğüm gibi. İster sağdan ister soldan gelsin, yazdıklarıyla yaşadıkları arasında mesâfe olanlar, Mehmed Âkif’i anlayıp yorumlayamazlar, nokta. Kitaptaki ‘Tolstoy mu Dostoyevski mi?’, ‘Anna’nın Gardırobu’, ‘Sahalin Adası’, ‘Doktor Jivago’nun Şiiri’ gibi bölümlerde çok keyiflendim de, ‘ayıklaya ayıklaya kırk sekize indirdiğim kitap kolilerim’ demeniz beni mahvetti. Hocam, tam da kitaplarımı koliliyordum, ayıklasam ayıklasam bir büyük kamyona ancak sığacak kadar indirebilirim kitap kolisi sayımı, bende bir tuhaflık var galiba, sizin bu verdiğiniz sayıyı aman ha muharrir zevceleri duymasın, adamların başlarının etlerini yerler vallahi. Bir vakitler, karı koca ülkemizin en önemli münevverlerinden sayılan bir çiftimizden erkek olanının -kadının yazdığı kitap ve makale sayısının kendisininkinden daha fazla olduğuna da eminim- karısının kendisini kitapla eve sokmadığından bahsettiğini anımsıyorum. Bu nedenle, müsâadeniz olursa, ‘Mihrican Fırtınası’nı ‘sakıncalı kitaplar’ arasına alıp, raflardan birinde saklayacağım. Tabii ki, benim sözüm işin şakası, kitabı mutlaka alıp, okuyun, inanın hoş vakit geçireceksiniz.
ERCAN KESAL’DAN BİR ‘OYUN’
Ercan Kesal çok eski arkadaşım, onunla Ahmet Erhan’ın mı yoksa Behçet Aysan’ın sayesinde mi tanışmıştım, şimdi tam çıkaramıyorum. O vakitler tıpta öğrenciydi, sanırım ona en fazla da Tolga Çandar’ın mekânında rastlardık. Müthiş bir sinema sevgisi vardı, okuduklarına da gördüklerine de film kamerasından bakar gibi bakardı. Bu özellik bir adamda yoksa, zâten o adam sinemacı olamaz. Bir defasında ona Şevket Süreyya’nın ‘Enver Paşa’ kitabındaki son bölümü, yani Enver Paşa’nın öldürülmesi bölümünü hayli sinematografik bulduğumu söylemiştim de, sabaha kadar sırf o kısmı lâflamıştık. Onunla Yenal Bilgici tarafından yapılan ve Kronik Kitap’tan ‘İsim, Şehir, Film, Roman’ ismiyle çıkan söyleşi kitabını okurken de, aklım hep o günlere gitti. Kitabın birinci bölümünde ‘zamanla ilişki kurmak’ üzerine konuşuyor Ercan, ben de bugünde yaşamada pek başarılı sayılmayanlardanım, bu yüzden hep geçmiş zamanın peşine düşüyorum. Tıpkı Haşmet İbriktaroğlu ve Muhsin Bey gibi. İkinci bölümdeki nostalji konusunda da Ercan’a katılıyorum, lânet olsun ki bizler nostaljiyi içimizden çıkmayan bir keder duygusu olarak yaşıyoruz. Alın size bir mesele daha, ‘İnsanın elinde çocukluğundan başka bir şey kalmıyor’ diyor arkadaşım, yalan mı! Orson Welles ‘Yurttaş Kane’ filmini boşuna çekmedi.
Onun ‘rant için uydurulmuş semtler’ tanımını pek sevdim, örneğin benim çocukluğumda ve gençliğimde ‘Ataşehir’ diye bir yer yoktu, oralar kışları kurtların indikleri mahallerdi, sonra ‘semt’ oldu ama ne vakit o tarafta işim çıksa, yön duygumu kaybediyorum. Ben orasını ‘eski çiftlik mahalli’ olarak kafama kazımışım ya, şimdiki dev binâlar beni dehşete düşürüyor. Beni en fazla şaşırtan şeylerden biri de Yılmaz Öner hakkında söyledikleri oldu. Öner’i ‘81 veya ‘82’de Kalamış’taki Köhne’de tanımıştım da, sen ne ara, hem de Era Yayınevi’nde onunla tanıştın, bilmiyordum bunu. Ama, hakkını verdiğin gibi güzel bir ağabeyimizdi rahmetli Yılmaz Öner, bizim ülkemizin standartlarına iki beden büyük gelen, dünya çapında bir bilim insanıydı. Bu yüzden ‘ağır enteller’in dünyasında bir ‘kaybeden’ oldu, onlar tarafından unutturuldu, yazdıklarını birkaç kişi dışında okuyan da olmadı. Hadi, Ercan’ın kitaba adını veren oyununu bir de ben oynayayım, isimi geçtim, şehire elbette İstanbul’u yazarım, filme ‘Umberto D’ derim, romana da şimdilik kaydıyla Céline’den ‘Taksitle Ölüm’ veya ‘Gecenin Sonuna Yolculuk’ diyeceğim...